16 Temmuz 2012 Pazartesi

                Sarsılan Güven(1-10)
                1871-1975
                 (Akıl, Duygu ve Toplum) [1-10]

     Tarihsel uzanışı içinde bir yarı veya yeni-sömürgenin sömürge sahibi olması pekala mümkündür. Bu tür sömürge, "edinilmiş" değil "intikal" etmiş bir sömürgedir. Ve bu tür bir sömürgenin sömürge oluş tarihi emperyalizm çağı öncesine uzanır. Tarihsel uzanıştan kastettiğimiz bu durum, tarihi olgunun emperyalizm çağı öncesi sömürgeleştirilmişliğidir.
 
    Bu tarihsel  uzanış nedeniyle söz konusu sömürge ne yarı, ne de yeni-sömürgedir. Bu tür sömürge alt-sömürge kategorisine girer.     Bu alt-sömürgenin sahibi durumunda bulunan yeni-sömürgenin ulusu da ikili karakter taşır. Birinci karakteri emperyalizm tarafından ezilen ulus durumuna getirilmiş olmasıdır. İkinci karakteri ise alt-sömürgeye sahip olduğu için ezen ulus durumunda oluşudur.     Bu nedenlerden dolayı, her iki yapıda, iki farklı süreç söz konusudur. Farklı tarih, farklı kültür, farklı dil, farklı toprak, farklı üretim biçimi, farklı üretim ilişkileri vardır. Dolayısıyla devrim yolu farklıdır, dolayısıyla örgütlenme farklıdır.     Bu sorunun bir yanıdır ve özgül olanıdır. Sorunun diğer yanı evrensel olanı ise eskiden "ulusal sorunun konuluşundan" söz ediliyor oluşudur. Şimdi ise bunun eskidiği ve yerine "sorunun ulusal konuluşundan" söz edilebileceğidir.     "Ulusal sorunun konuluşu" ile "sorunun ulusal konuluşu" birbirinden esaslı bir farklılık gösterir. Eskiden "ulusal sorunun konuluşu"ndan söz edilir ve şöyle denirdi: Ulusal kurtuluş hareketleri ve ulusal sorunun çözümü proletarya devrimi meselesinin yan sorunudur. Ulusal mücadele, proletaryanın mücadelesinin yedek gücünü oluşturur.     Artık durum değişmiştir. Yeni bir perspektifi gerekli kılmıştır. O nedenle "sorunun ulusal konuluşu"ndan söz edilmelidir.

    Sorunun ulusal konuluşu on noktada toplanmaktadır.
    1) Maoist devrimler ve sınıfsız toplumların kuruluşu olan çağımızda ezen ve ezilen uluslar olarak ulusların ikiye bölündüğü çağdır.     2) Gerek ezen, gerekse ezilen ulus, her ikisi de tam ortasından esaslı bir şekilde iki karşıt kampta mevzilenmiştir. Ezen Alman, Ezilen Alman; Yoksul Alman, Zengin Alman; Gerici Alman, Devrimci Alman olarak. Aynı şekilde Türkler de ikiye ayrılmıştır. Ezen Türk, Ezilen Türk; Zengin Türk, Yoksul Türk; İşbirlikçi Türk, Yurtsever Türk; Gerici Türk, Devrimci Türk olarak.     3) Aynı zamanda ulusların büyük bölünüşünün gündeme geldiği çağımızda, ulusların tarihsel ilerleyişi burjuva ulustan, sınıfsız ulusa doğrudur. "Saf", "ari" ırka doğrudur. Saf ırk, ari ırk üstün ırktır. Üstünlüğü nereden gelmektedir. Onun üstünlüğü onbinlerce yıllık sınıflı toplumu tarihin çöp tenekesine atarak, ırk'ın kötü, ezen, sömüren yanını da toprağın en derinliğine bir daha çıkmamacasına gömmesinden, sınıflı mahlukatın sonunu getirmesinden ileri gelmektedir.

    4) Artık ulusal uyanış proleter devrimci bir öz ile donanmalıdır. Bu nedenle ulusal uyanış yalnızca emperyalist ezen ulusa karşı değil aynı zamanda kendi ulusunun gerici kanadına karşı da biçimlenmelidir. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı ile halkın kendi kaderini tayin hakkını bir tek potada eriterek burjuva sınıfa karşı ulusun devrimci kanadının bayrağını omuzlamalıdır.

    5) Proletarya ırkın da kurtuluşunu üstlenerek ırkı, faşist ırkçıların elinden almalıdır. Irkın kurtuluşu, sınıflardan kurtuluştur. Irkı bölen, ırkın saflığını ve arılığını yok eden sınıflardır. Sınıfsız ırk, kurtulmuş ırktır. Sınıfsız ırk üstün ırktır. Doğal, saf ve ari ırktır. Başlangıç sınıfsız ırk idi, dönüş sınıfsız ırka doğru olacaktır.
    6) Proletarya, uluslara ulusal benliklerini unutturan, dini ideolojinin ümmetini dışlayarak ulusun benliğini devrimci anlamda bulmasını sağlar.     7) Proletarya, ulusların kendi kaderlerinin tayin hakkının kendi öz örgütü ile sağlanabileceğini saptar.     8) Proletarya, çağımızda burjuvazinin şu ya da bu kanadının ulusal kurtuluşa önderlik edeceği iddiasının ham bir hayal olduğunu belirtir.     9) Bundan böyle ulusun ve ulusların her bireyine ve her sınıfına şu soru yöneltilmelidir? Sen hangi Türksün? Sen hangi Kürtsün? Sen hangi Almansın? Sen hangi Russun? Sen hangi Çinlisin?   10) Günümüzün şiarı ulusal ve enternasyonaldir. "Ne mutlu devrimci Türküm, devrimci Kürdüm, devrimci Çinliyim, devrimci Rusum diyene!" şeklindedir.     Her ulusun kurtarıcısının o ulusun içinden çıktığının somutlandığı belirtilmelidir. Bu somut kurtarıcı ulusun en devrimci sınıfı olan proletaryadan başkası değildi. İşte bu kurtarıcı bugünkü aşamada, "ulusal sorunun konuluşu" na değil "sorunun ulusal konuluşuna" yüklenmekle karşı karşıyadır.     Görülmesi ve kavranması gereken üçüncü büyük gerçek, Pol Pot öncesi sosyalizmlerin tamamının istisnasız olarak iki çizgi mücadelesinde yenik düştüğüdür. Ancak Pol Pot önderliğinde 17 Nisan 1975'te inşa edilen kollektivist sosyalist rejimin yenilmez ilkeler üzerine inşa edildiği ve bu nedenle eski sosyalizm anlayışlarını aştığı ve günümüzün Marksizm-Leninizm-Maoizm'i haline geldiğidir. Pol Pot'u usta düzeyine yükselten, yenilmez ilkeler üzerine inşa edilen Kampuchea kollektivist sosyalist rejiminin/sınıfsız toplumun kuruluşuna önderlik etmesidir.     Dünya çapında tıkanan sosyalizm uygulamaları Kampuchea pratiği ile aşılmış ve bir üst aşamaya nitel sıçrama yapmıştır.     Nedir bu sıçrayış? Nedir bu nitel gelişme? Eski sosyalizm örnekleri, birer tamamlanmamış devrim ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Tamamlanmamış devrim, sınıfların tümünü ortadan kaldırmadan proletaryanın iktidarını sürdürdüğü bir biçimdir. Sınıfların ortadan kaldırılması uzun bir sürece bırakılmıştır.

    Oysa Kampuchealı komünistler daha kızıl siyasi iktidarları oluşturduğu kurtarılmış bölgelerde hızla sınıfları ortadan kaldırmışlardı. Kurtuluş ülke çapında sağlanır sağlanmaz ortaya çıkan yeni kurtarılmış bölgelerde de bunu en kısa sürede gerçekleştirdiler. Ve 1976 yılında resmen Kampuchea'da "bütün halkın devleti"ni kurduklarını ilan ettiler. Ve aynı yıl anayasalarına bir madde halinde Kampuchea toplumunun zengin ve yoksulun bulunmadığı sınıfların ortadan kaldırıldığı bir toplum olduğunu yazdılar. 1979 Aralık sonuna kadar yani açıkça Vietnam sosyal-faşist güçleri tarafından 14 tümenlik 200 bin asker ile ve binlerce tank ile işgal edilene kadar, bu sınıfsız toplum hüküm sürdü. Bu sınıfsız toplumda eski sosyalist toplumlarda olduğu gibi sosyalist piyasa ekonomisi bulunmuyordu. Paranın ortadan kaldırıldığı bu rejimde elbette meta dolaşımı, alım-satım söz konusu değildi. Eski sosyalist rejimler burjuva ulustan sosyalist ulusa geçmişler ancak sosyalist ulustan sınıfsız ulusa geçememişlerdi. Kampuchea devrimi bu bakımdan da nitel bir gelişmeydi. Kampuchea ulusu sınıfsız, saf, ari bir toplum haline gelmişti.
   Tekrar birinci büyük gerçek olan Uzun Süreli Savaş Stratejisi'ne tekrar değinelim. Mao Tse-toung'un, USSS'nin bugünkü kabul ediliş kapsamı eski kapsamını aşmıştır. Eskiden USSS yalnızca yarı-sömürge, yeni-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde uygulanabileceği savunuluyordu. Bugünkü kabul USSS teorisinin ve pratiğinin evrensel oluşu şeklindedir. USSS ülkenin sosyo-ekonomik, siyasal yapısına bakılmaksızın dünyanın her ülkesinde uygulanabilir bir iktidara geliş stratejisi olduğu gerçeğinin kabulüdür. USSS'nin ortaya konulmasından önce Marksist-Leninistlerce kabul edilen Genel Ayaklanma stratejisinin ise artık pratik bir değer taşımadığı, özgül bir yol olarak tarihe geçtiğidir. Bu stratejinin özgüllüğü, ancak bir emperyalist savaş çıktığı taktirde uygulanabilir oluşundadır. Tarih bize bunun iki örneğini vermiştir. Büyük Ekim Devrimi ve Doğu Avrupa devrimleri emperyalist dünya savaşı koşullarında gerçekleşmişlerdir. Genel Ayaklanma yolu ile devrimi gerçekleştirmek için de Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkmasını beklemek akıllıca bir tutum olmasa gerek. O halde Marksistlere bir tek yol kalmaktadır. O da Uzun Süreli Savaş Stratejisi'nin evrenselliğinin kabulüdür. Bu varılan sonuç pratik olguların gösterdiği sonuçtur.     Yeni-sömürgecilik, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan sonra esas olarak ABD emperyalizmi tarafından uygulamaya konulmuştu. Gerek eski sömürgecilik gerekse yarı-sömürgecilikten sermaye ihraç biçimi ve askeri paktlar olgusu bakımından biçimsel olarak ayrılan yeni-sömürgecilik, bir yarı-sömürge veya yeni-sömürgenin sömürge sahibi olabilmesini engelliyordu; ancak ve ancak özellikle belirtilmelidir ki var olan bir alt-sömürgenin sömürgeliğini de esaslı olarak pekiştiriyordu. Pekiştiriyordu, çünkü alt sömürge sahibi durumunda olan yeni-sömürgenin korporatist devlet yapısı iyice güçleniyordu. Korporatist devletin egemen sınıfları olan komprador burjuvazi, bürokrat burjuvazi, toprak ağalığı ekonomik ve politik hayatta güçlendikçe varolan alt- sömürgenin varoluşunun avantajlarını derinden kavrıyor ancak dezavantajlarının yaratacağı tehlikeler karşısında da ürperiyordu.     TC'nin doğuşu ile birlikte korporatist devletin egemenleri askeri bürokrasi, ticaret burjuvazisi, büyük bürokrat burjuvazi ve feodal ağalık, Osmanlı Devleti'nin son sömürge toprakları olan yeni TC korporatist devletini Misakı Milli sınırlarına dahil ediyor. Bu toprakların sömürge oluşunun tarihi Osmanlı'dan sonra kesilmiyor tam tersine Lozan ile birlikte TC'ye komşu ülkeler olan Suriye, İran, Irak bu torakları kendi sınırlarına dahil ediyordu. Böylece Kürtler dört ayrı devlet sınırları dahilinde yaşamlarını sürdüreceklerdi.     Türk Solu, geçmişten günümüze salt ekonomik yapıya bakarak temel çelişme, baş çelişme tahlili yaptığından bu topraklarda yaşayan insanların temel ve baş çelişmesini de o topraklarda egemen olan ülkenin ekonomik yapısı olan yarı-feodal, yarı-sömürge karaktere bakarak belirliyor ve büyük bir hataya düşüyordu.      Ekonomik yapı bize sosyo-ekonomik karakterini verir bu doğru ancak hiçbir devrim salt sosyo-ekonomik karaktere dayanarak güzergahında ilerlemez.     Özellikle çağımızın belirgin bir özelliği, ulusların ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye ayrılmasıdır. Baş çelişme ve temel çelişme belirlemesi de işte bu gerçeği hesaba katar, çünkü bu gerçek siyasi bir karaktere sahiptir. Ve baş düşman, baş çelişme, temel çelişme gibi devrimin siyasi güzergahına ilişkin kavramlar da siyasi kavramlardır. Oysa ülkenin sosyo-ekonomik karakterini bize veren bir tahlil iktisadi ağırlıklı bir tahlildir. Böyle bir tahlil iktisadi yaşamdaki üretim biçimi ve üretim ilişkilerini verir. Bu üretim biçimi ve üretim ilişkileri ise devrimin karakterini anlatır. Devrimin karakteri, anti-feodal midir? Anti-kapitalist midir? Ya da her ikisini birlikte mi hedef almaktadır, gibi sorulara verilen yanıtları ortaya koyar. Oysa siyasi kavramlar devrimin önündeki siyasi engeli yanıtlar. Baş düşman, baş çelişme kavramlarının rolü budur. Siyasi engeli gösterir ve hedef alır. Ve buna ilaveten baş düşman, baş çelişme gibi kavramların doğru belirlenmesi dünya çapındaki akımın ne olduğunun da saptanmasını gerektirir. Esas Akım Devrim midir? Esas Akım Savaş mıdır?

    Esas Akım Devrim, baş çelişmenin içte olduğunu; Esas Akım Savaş ise baş çelişmenin dışta olduğunu ifade eder. Esas Akım Devrim döneminde ülke emperyalist işgale uğramadığı sürece baş düşman içtedir. Emperyalist işgal baş düşmanın dışta olduğunun dışa kaydığının en önemli göstergesidir. Anlaşıldığı gibi baş çelişme, baş düşman kavramı sosyo-ekonomik tahlilden değil siyasi durum ve siyasi güçler hesabından çıkan belirlemelerdir. Baş çelişme yarı-feodal üretim ilişkileridir, o halde baş düşman toprak ağalığıdır mantığı Marksizmin çelişmeler teorisini kavramayan bir mantıktır.

    Lenin, dünyanın ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye ayrıldığını öne sürdüğü zaman muazzam bir belirleme yapıyordu. Dünyadaki siyasi gelişmeleri belirleyen siyasi güçlerin oldukça basit ama oldukça da net bir ayrımını ortaya koyuyordu. Ancak bu belirleme daha o zamandan itibaren yeterli gelecek bir belirleme değildi. Çağ artık ulusların çağı idi. Emperyalist-burjuva uluslar ile ulusal benliğine kavuşma mücadelesi verecek olan ezilen uluslar çağı. Bu çağda burjuva ulus, sosyalist ulusa ve sosyalist ulus ani bir sıçrama ile bir tek ileri hamle ile (proletarya diktatörlüğünden bütün halkın devletine en kısa sürede -bir kaç ay, ya da bir kaç yılda veya da daha kurtarılmış bölgelerden itibaren geçerek) sınıfları ortadan kaldırarak, sınıfsız, ari, saf ulusu yaratacağı olan çağ idi.
  
    Gelgelelim hesaba katılması gereken en önemli gerçek de şu oluyordu. İster ezen ulus olsun, isterse ezilen ulus olsun her ikisi karşıtların birliğini oluşturuyordu. Ve her iki ayrı ulus ortadan biçilmiş bir halde ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, iktidarda olan ve yönetilen, devrimci ve gerici, yoksul ve zengin, işbirlikçi ve yurtsever olarak bölünmüştü. Türkler Türkleri, Kürtler Kürtleri, Araplar Arapları, Almanlar Almanları kurtarmakla mükelleftir derken hesaba kattığımız bu bölünmedir. Çünkü bugün -hatta ve hatta sınıflaşma olgusunun başlangıcına kadar uzatılabilir- Türkler de, Kürtler de, Araplar da, Almanlar da ikiye biçilmiş, ikiye bölünmüş iki ayrı safa mensup haldedir. Bu köleci toplumda da, feodal toplumda da kapitalist toplumda da böyledir. Üretici güçler, üretim ilişkileri, üretim biçimi yarattığı modelle bölücü bir rol oynamıştır. Bölücü olan özel mülkiyetin varlığıdır. Ve bu özel mülkiyetin varlığına dayanan toplumdan beslenen her unsur bölücüdür. Bunlar ister asker, ister silahlı bürokrasi olsun, isterse suya sabuna dokunmadan ticaretini yürütmekte olan ticaret burjuvazisi olsun, bunlar bölücülüğün karşı-devrimci kutbunu oluştururlar.

    Ayrım en net şekilde şöyledir: Ezen Türk, Ezilen Türk; Sömüren Türk, Sömürülen Türk; İşbirlikçi Türk, Yurtsever Türk; Gerici Türk, Devrimci Türk; Yöneten Türk, Yönetilen Türk; Zengin Türk, Yoksul Türk.
    İşte bu esaslı tarihsel ve politik ve ekonomik ve idari ayrımdır ki burjuva korporatist milliyetçiliğin belini kırar. Bu esaslı ayrımdır ki, ırkçı-milliyetçiliğin suratında patlayan tokattır. İşte bu ayrımdır ki, çağa damgasını vurur. İşte bu ayrımdır ki, devrimin güzergahının temellerini ortaya koyan teorinin anahtar kavramlarını sunar bize.

    Sorduğumuz ve öğrenmek istediğimiz şudur:
    Sen hangi Türksün?     Sen hangi Kürtsün?     Sen hangi Ermenisin?     Sen hangi Arapsın?     Ve bizim söylediğimiz asla şu değildir: "Ne mutlu Türküm diyene!" Bu söylemde komprador ile işçi, ağa ile köylü, erat ile general, milletvekili ile seçmen yan yana yer alır. Ve bu bir aldatmacadır. Irkçılığa tavizdir. Uyuşturucu dozda bir milliyetçiliktir.     Bizim söylediğimiz şudur : "Ne mutlu devrimci Türküm, devrimci Kürdüm, devrimci Ermeniyim diyene!"     Bundan böyle burjuva ulusu, kollektivist sosyalist ulusa ve bu ulusu sınıfsız, ari, pirü pak ulusa dönüştürmeyi hedefleyen her ulustan proleter devrimcinin şiarı bu olacaktır.
                          **    **    **
       
      Sarsılan Güven
            1871-1975       
       (Akıl, Duygu ve Toplum) -2-

    Egemenlerin milliyetçiliği olan korporatist milliyetçilik, M.Çayan, Deniz Gezmiş vb.'nin iddia ettiği veya sandığı gibi devrimci bir milliyetçilik midir? Bu milliyetçiliğin asla devrimci bir milliyetçilik olmadığını söylemeliyiz. Kemalistlerin milliyetçiliği olan korporatist milliyetçilik, başka milletleri ezen bir milliyetçiliktir, sınıfların varlığını inkara yönelen bir milliyetçiliktir. Milli birlik ruhu denilen ezilen sınıfların ezilmişliklerini böylece gündem dışı bırakan bir milliyetçiliktir. Ümmeti dışlayan, ancak ümmetin yerine egemenlerin sultasını koyan bir milliyetçiliktir.      Egemenliklerini sahte parlamenter renge boyayıp asker-komprador-feodal diktayı perdeleyen bir milliyetçiliktir. Şeyh Bedrettin'i, Pir Sultan'ı ve daha nice kızıl köylü önderini tarihi miras saymayan bir milliyetçiliktir. Ezilen Türklerin gelenek ve göreneklerini dışlayan, onun yerine muasır medeniyet seviyesi dediği, emperyalist Batı'nın değer yargılarını koyan bir milliyetçiliktir. Ebedi Şef, Milli Şef, ana, baba gibi kavramlarla rejimi ayakta tutmayı hedefleyen bir milliyetçiliktir, yolunu kitlelere kavratarak değil, dikte ettirmeyi seçen bir milliyetçiliktir. Her şeyi ve herkesi yönetim ve denetimi altına almayı ilke edinmiş bir milliyetçiliktir. Halka manifaturacı şapkasını, kendilerine fötr veya silindir şapkayı uygun gören tarzda milliyetçidirler.

    Tekrar birinci büyük gerçek olan iktidarın Uzun Süreli Savaş Stratejisi ile ele geçirilmesi gerçeğine dönelim.
    Ulusal ve sosyal mücadeleler tarihi bize iktidarın namlunun ucunda olduğunu öğretmiştir. Ve her Marksizm öğrencisi gibi biz de namlunun ucundan çıkan bu iktidarların hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığı gerçeğine eğiliyoruz. Ve tarihsel gerçekliğin bize öğrettiği şu oluyor: Tarihte görebileceğimiz iki tür devrim yolu bulunmaktadır. Birincisi, Genel Ayaklanma; ikincisi, Uzun Süreli Savaş Stratejisi yolu. Ve Genel Ayaklanmaları ele aldığımızda belirlediğimiz şu oluyor: emperyalizm çağında meydana gelmiş olan Genel Ayaklanmalar emperyalist savaş yıllarına ya da emperyalist savaşın sona ermesini izleyen ilk yıllara rastlamaktadır. Bu neden böyle olmaktadır? Çünkü Genel Ayaklanma için gerekli koşullar çok belirgin olarak ancak o zaman ortaya çıkmaktadır. İşte Lenin'in formüle ettiği Genel Ayaklanma ile ilgili şartlar bu savaş koşullarının yarattığı ve dayattığı şartlardır.     Lenin'den öğrenmeyi sürdürelim:     "Marksistler için, devrime elverişli bir durum olmaksızın bir devrim imkansızdır; üstelik her devrimci durum da bir devrime yol açmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirleyiciyi sıralarsak bizce yanılmış olmayız. 1. Hakim sınıflar için bir değişiklik yapmaksızın hakimiyetlerini sürdürmek imkansız hale geldiği zaman; 'üstteki sınıfla' arasında şu ya da bu şekilde bir buhran olduğu zaman; hakim sınıfın politikasındaki bu buhran ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığı zaman; bir devrimin olması için çoğu zaman 'alttaki sınıfların' eski biçimde yaşamak 'istememeleri' yeterli değildir; 'üstteki sınıfların da' eski biçimde 'yaşayamaz hale gelmeleri' gerekir. 2. Ezilen sınıfların sıkıntıları ve ihtiyaçları dayanılmaz hale geldiği zaman, 3. Yukarıdaki sebeplerin sonucu olarak barışta soyulmalarına hiç seslerini çıkartmadan katlanan ama ortalığın karıştığı zamanlarda hem buhranın yarattığı şartlarla ve hem de bizzat üstteki sınıfların bağımsız tarihi bir eyleme sürüklemeleriyle kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük artış olduğu zaman.     "Sadece tek tek partilerin ve grupların değil, münferit sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu objektif değişmeler olmaksızın, genel kural olarak, bir devrim imkansızdır. Bu objektif değişikliklerin tümüne birden, devrim durumu denilmektedir." (V.İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s.118-119, Sol Yayınları     Bu koşulların varlığına tanık olup olmadığımızı anlamak amacıyla tarihe baktığımızda gördüğümüz şudur: Birinci emperyalist paylaşım savaşında bu koşullar Rusya'da ortaya çıkmıştır. Ve savaşı izleyen ilk yıllarda Osmanlı Devleti sınırları içinde ortaya çıkmıştır. Rusya'da emperyalist savaş, iç savaşa dönüştürülerek devrim başarı sağlamıştır. Osmanlı devletinde ise düzenlenen iç savaş değil, anti-sömürgeci Kurtuluş Savaşı'dır. Halbuki o süreçte yapılması gereken Rusya'da olduğu gibi komünistlerin silahlarını doğrudan Osmanlı ordusuna doğrultmaları, dolayısıyla iktidarı Sultan'ın elinden almalarıydı. Yapılması gereken buydu ancak hala ve hala emperyalist savaşın bir parçası olan Çanakkale Savaşı'nı savunan ve kendilerini sol düşünüyor zanneden ahmaklar vardır. Bu sadece Türkler'de görülen bir vehamet değil bazı Kürtler de Çanakkale'de Türklerle omuz omuza bu vatanı savunduk diye açıklama yapmaktadırlar.     İşte bu nedenledir ki, Türk askeri bürokrat burjuvazisi ve Kürt toprak ağaları sürece hakim olarak savaşı yürütmüşler ve devlete hakim olmuşlardır.

   Emperyalist savaşta bu savaşa katılmış olan ve yenilme durumuna gelmek üzere olan ya da yenilmiş olan emperyalist devletin egemenleri artık ekonomik-politik-örgütsel bakımlardan hemen hemen tamamen egemenliklerini kaybetme durumuna gelirler. Geniş halk kitleleri yeni bir arayış içine girerler. Artık eskilerden umut kesilir. Yani objektif koşullar hazırdır. Önemli olan sübjektif koşulun varolup varolmadığıdır. Ya da hızla yaratılıp yaratılmayacağıdır. Sübjektif koşul, elbette devrime önderlik edecek bir partinin varlığı ve bu partinin doğru bir politik-askeri çizgisinin varlığından başka bir şey değildir.

    İkinci emperyalist dünya savaşı sonucunda da dev sosyalist blokun doğmasının objektif şartları emperyalist savaş tarafından yaratıldı. Ve sübjektif koşulların varlığı nedeniyle devrimlerle sonuçlandı.
    Mao Tse-toung'un ünlü sözüdür. "Ya devrimler savaşı önler, ya da savaş devrimlere yol açar."

    1950'lerden bu yana meydana gelen hiçbir devrimin genel ayaklanma yolunu izlememiş olması, tam tersine Uzun Süreli Savaş Stratejisi yoluyla başarılmış olması, ikinci emperyalist savaştan sonra üçüncü emperyalist savaşın patlak vermemiş olması nedeniyledir.
    Çıkardığımız sonuç şu olmaktadır. Dünya savaşı genel ayaklanma yoluyla devrimin gerçekleştirilmesinin objektif koşullarını yaratır.     Dünya savaşı süreci dışında, genel ayaklanma yolu ile devrim yapmanın objektif koşulları oluşmamaktadır.     Nedenleri     1) Leninist devrim anlayışının temelinde, devrimin emperyalizmin en zayıf halkasından kopacağı tezi yatar. Emperyalizm çağında tek tek milli ekonomiler tek tek milli ekonomiler olmaktan çıkmış, emperyalist zincirin halkaları haline gelmiştir. Emperyalizm bu halkaları himaye ve denetimine almıştır. Bu halkaların varlık şartı emperyalizmin varlık şartı gibidir. O nedenle emperyalizm bu halkalardan biri ya da birkaçının zayıf halka haline gelmesine göz yummaz. Ancak onun iradesi dışında zayıf halkanın ortaya çıkması dünya savaşı ile mümkündür. Bu halkalar kendiliğinden zayıf halkalar haline gelmediğinden genel ayaklanma yaratılamaz. Emperyalist dünya savaşı şartı devrimin objektif şartlarının yaratılmasıdır, devrimin objektif şartlarının varlığı ise genel ayaklanma yaratmanın şartlarının varlığı demektir. Bir şartla sübjektif koşulların varlığı şartıyla.     Zayıf halka devrimin objektif şartlarının varlığı demektir aynı zamanda.

    2) Ekonomik yaşamda da işleyen eşit olmayan gelişme yasası emperyalist savaş süreci dışında kalan süreçte farklı sınıfları farklı olarak etkilemekte bunalımın genel olmasını önlemektedir.
    3) Görünüşte de olsa bir parlamenter rejim işlemektedir. Kitleler de bu parlamentarizm sayesinde düzen içi çözüm olan sandıkta çözüm arama eğilimi alışkanlık haline gelmiştir. Böylece kitlelere sahte seçenek sunma imkanı söz konusudur. Aslında parlamenter rejim de olsa, kısmi demokratik haklar da olsa, bunlar halkın lehine burjuvazinin aleyhine kullanılabilecek araçlardır. Devrimcilerin bunu kavraması ve kitlelere kavratması gerekmektedir. Aksi halde burjuvazi her aracı zaten devrimin aleyhine kullanmaktadır.     4) Rejimin tehlikeye girmesi durumunda veya rejimin parlamenter yoldan gerçekleştirmesi mümkün olmayan girişimleri gerçekleştirmek istemesi durumunda gündeme gelen darbe yöntemidir. Darbe yöntemi ile oluşmuş olan muhalefet silahlı mücadele temelinde oluşmadığından kısa sürede dağıtılabilmekte ve ardından yoğun bir depolitizasyon süreci başlatılabilmektedir.     5) Milliyetçi korporatist bilincin kitlelere her daim şırınga edilen bir bilinç olması. Böylelikle kitlelerin sınıf farklılıklarının dolayısıyla bu farklılıklardan doğan yaşam farklılıklarının örtbas edilmek istenmesi. Kemalizmin "sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz." temalarını işlemesi ve ondan sonrakilerin de "milli birlik ruhu", "biriz beraberiz" temalarını işlemesinin ardında yatan gerçek budur. Buna, sürmekte olan korporatist Kemalizmin etkisi diyebiliriz.     6) Proletaryanın ve teknik işlerde çalışan kafa ve kol emekçilerinin bir bölümünün yüksek ücret yoluyla satın alınması, proleter-emekçi kitlenin bölünmesine yol açmaktadır. Bir proleter kaymak tabaka yaratılmaktadır. Buna özellikle sendikacılıkta rastlanmaktadır. İşçi olan bir sendikacı, profesyonel sendikacılığa başladığında proletaryanın kaymak tabakasına geçmekte ve böylece proletaryada bölünme ortaya çıkmaktadır. Özellikle Türk-İş, Hak-İş, MİSK türü sendikalar bu niteliktedir. Eskiden Sovyet modern revizyonizminin uzantıları tarafından ele geçirilen DİSK de bu türden bir sendikaydı.     7) Proletaryanın sendikal faaliyetini bir tek sendikada yürütmesi önlenmektedir. Proletaryanın sendikal birliğinin bozulması amacıyla devlet yanlısı, kapitalizm yanlısı Türk-İş, Hak-İş, ırkçı faşist MİSK gibi sendikalar yaratılmıştır.     8) Dini ideoloji bir araç olarak kullanılmaktadır. Bundan amaç devrimci ideolojinin yayılmasını önlemek, rejimin karşısına halkın muhalefetinin çıkmasını önlemektir. Ve bu gerçek, dini ideoloji savunucuları rejimin tehlikeli düşmanları olarak, rejime alternatif olan unsurlar olarak gösterilerek yapılmaktadır. Halbuki rejim daha baştan itibaren korporatist karakteri gereği dini ideolojinin önderlerinin yönetim ve denetimini eline almıştır. Korporatist rejime karşı çıkılmasını önlemek amacıyla dini ideoloji savunucuları devrimci-demokrat-yurtsever unsurlara tehlikeli akım olarak gösterilmekte, laik, anti-laik çatışması gündemde tutularak korporatist rejimin savunucuları aradan sıyrılmaktadır.     9) Rejimin kuruluşundan itibaren anti-demokratik yasaların varlığı ve bunun özenle korunması söz konusudur. Anti-demokratik yasalar, kitlelerin demokratik taleplerinin dile getirilmesini, kitlelerin demokratik kitle örgütlerinde tabandan güç alarak örgütlenmesinde esaslı bir engel oluşturmaktadır. Ve egemen rejimin bir kanadı da halkın ve gerçek aydınların bu yasalara karşı bağımsız bir şekilde mücadele etmesini önlemek amacıyla kendilerini demokrasi savunucusu ilan ederek halkın muhalefetini yönetim ve denetimleri altına alarak mücadelenin güzergahını değiştirme rolünü üstlenmişlerdir.     10) Yeni-sömürgeci ilişkilerin bir parçası olarak -hem de çok önemli bir parça- NATO düzleminde ilişki kurulması nedeniyle ordunun zayıflamasının değil tam tersine dışa bağımlı bir şekilde güçlenmesinin söz konusu oluşu. Ve her türden karanlık faaliyetin "Soğuk Savaş" konsepti içinde NATO güdümlü Özel Harp Daireleri yoluyla tüm NATO ülkelerinde yürütülmesi. Bunu en erken farkeden Fransa'nın bu pislikten uzaklaşmak amacıyla NATO'nun Fransa topraklarından çıkarılması ve Brüksel'e taşınması....     11) Korporatist devletin emperyalizm ile birlikte ekonomiyi karma ekonomiden devlet kapitalizmi ağırlıklı ekonomiye, devlet kapitalizmi ağırlıklı ekonomiden liberal ekonomiye dönüştürme esnekliğine sahip olması nedeniyle ekonomik çıkmazına çözüm yolları bulabilme olanaklarının varlığı.     Özellikle saydığımız bu on bir olgunun varlığı devrimci durumun ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Buna bağlı olarak da Genel Ayaklanma olanağı ortadan kalkmaktadır.     Dikkat edilirse, söz konusu on bir olgu, Üçüncü Dünya ülkelerinin hemen hemen tümünde bir kaç eksiği veya fazlasıyla mevcuttur.
                                   **    **    **
          Sarsılan Güven
              1871-1975
                   (Akıl, Duygu ve Toplum) -3-

    Leninizmin devrim durumu veya devrim durumunun objektif koşullarının artık söz konusu edilemeyeceğini ortaya koyduktan ve kabullendikten sonra iktidarın hangi yoldan ele geçirileceği sorusu yeni bir yanıtı gerektirmektedir. Bu yanıt artık devrimlerin Maoist yolu izleyeceği şeklindedir. Kısa ifade ile Maoist yol devrimin stratejisinin Uzun Süreli Savaş Stratejisi olduğudur.
    Bundan ne anlaşılması gerektiğine geçmeden önce, Leninist devrim anlayışı olan Genel Ayaklanma yolunun nelerle bağlantılı olduğunu bunların da artık neden zamanını doldurduğunu veya esas tali durumlarının önemli değişikliklere uğradığını ortaya koymalıyız.     Evrim ve devrim şeklindeki iki sürecin varlığından söz etmek bugünün iktidar yolu olan Maoist yolda hiçbir anlamı ve hiçbir geçerliliği kalmamıştır. Geçerliliğini kaybeden evrim durumundan ne anlaşılmaktaydı. Evrim durumu veya evrim dönemi, devrim durumu veya devrim dönemine kadar olan süreç idi. Bu süreç bazen yirmi, bazen otuz yıllık vb. dönem olarak kabul ediliyordu. Bu uzun zaman süresinde proletarya partisinin beklentisi devrim durumunun ortaya çıkması şeklindeydi. Ortaya çıkacak bir devrim durumunda proletarya partisi genel ayaklanmayı başlatacak ve başarıyla sonuçlandırarak iktidara gelecekti. Aynı zamanda bu evrim dönemi, adım adım devrim döneminin objektif olarak ortaya çıkacağı zaman süresini ifade ediyordu. Evrim döneminin çalışma tarzı bu uzun zaman süresinde proletarya partisini ve kitleleri devrime hazırlamaktı. O nedenle Lenin, "Nereden başlamalı?" sorusuna yanıt ararken o soru evrim dönemi bakımından, o dönem için geçerli olan bir soruydu ve yanıtı da ülke çapında yayınlanacak olan bir gazeteydi. Bu gazete aynı zamanda proletarya partisinin yaratılmasının en önemli aracıydı. Ve bu gazetenin bir başka önemli işlevi siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olmasıydı hem de önemli bir araç. Evrim dönemini çalışma tarzı ve mücadele anlayışı, barışçıl ve askeri olmayan, salt siyasi çalışmayı esas alan bir çalışma tarzı anlayışıydı. Silahlı mücadelenin esas alınması devrim durumu için uygun bulunuyordu. İşte Lenin’in, Narodnikleri, "sol" komünistleri küçük burjuva devrimciliği, anarşizm, sol sapma ile suçlamasının temelinde yatan buydu.     Bir de kısaca Marks'a değinelim:     Marks'a göre evrim ve devrim dönemi bağlantısı yirmi yılın bir güne sığdırılmasıdır. Yirmi yıllık birikimin tümünü içinde taşıdığı gündür, devrimci durum veya devrim dönemi. Yirmi yıl ise evrim dönemidir.     Gerek Marks'ta, gerekse Lenin'de evrim dönemi objektif süreçler bütünüdür, onun toplamıdır, çünkü söz konusu olan partinin iradesinden bağımsız olarak gelişen süreçlerin döneme damgasını vurmasıdır. Bu nedenle determinist bir süreçtir. Devrim dönemi ise sübjektif bir süreçtir. Bu süreç, bu kısa süreç partinin rolünün döneme damgasını vurduğu süreçtir. Bu süreç iradi bir süreçtir. O nedenle volontarist bir süreçtir.     Ancak burada hemen belirtmeliyiz ki, Mahir Çayan tarafından  -Latin Amerika orta yolcularından devraldığı ileri sürülen ve ileri sürülme temeli olarak da 1945 sonrasının dünya ve ülke durumunda meydana gelen değişiklikler olduğu iddia edilen evrim ve devrim süreçlerinin iç içe geçtiği ve bir tek süreç olarak algılandığı görüşler asla gerçekçi değildir. Neden? Çünkü her iki süreç farklı nitelikteki süreçlerdir. İfade ettikleri olgular farklı nitelikteki olgulardır. Biri objektif olanı insan -parti- iradesinden bağımsız gelişmeleri içerir. Bu iki farklı nitelik birbirinin içine geçemez, tam tersine birbirini dışlayan özellik taşır. Örneğin yağmurun yağması objektif durumdur, biz istesek de istemesek de yağmur yağar veya yağmaz. Yağmurun yağıp yağmaması onun  kendi yasaları tarafından belirlenir. Burada sübjektif olan ise yağan veya yağacak olan yağmura karşı bizim tavrımızın ne olacağıdır. O durumda irademize bağlı olarak ne yapacağımızdır sübjektif olan. Ya yağan yağmurdan korunacağız ya da yağan yağmuru kendi çıkarlarımız için kullanarak belirlediğimiz amaca ulaşma yoluna gireceğiz. Mahir Çayan gibi düşünenler bu iki önemli farklılığı kavramadığından iki süreci iç içe geçiriyorlar. Ve yaklaşık bir benzetme yapacak olursak onlar, yağmuru suni olarak yağdırmaya çalışıyorlar, durmaksızın bulutları tohumluyorlar ve böylelikle sanıyorlar ki, iki farklı dönem iç içe geçiyor.     Bize göre, Leninist devrim anlayışı geçerliliğini yitirmiştir. Bu bütün açısından böyledir, yoksa Leninist devrim anlayışı kapsamında kalan, evrim-devrim dönemi, nereden başlamalı sorusu, çalışma tarzı, mücadele biçimlerinin seçilişi, örgütün salt siyasi parti olarak kalması gibi kavram ve parçalar da hayatiyetini korurdu. Leninist devrim anlayışı olan Genel Ayaklanma anlayışı ile Maoist devrim anlayışı olan Uzun Süreli Savaş Stratejisi, her bakımdan birbirlerinden kesin bir ayrılığı, kesin bir farklılığı, kesin bir kopuşu, en net, en anlaşılır, en mantıklı olarak ortaya koyar.     Leninist devrim anlayışı ile Maoist devrim anlayışının karışımından oluşan bir bulamaç yapılamaz. Buna kasıtlı olarak yeltenen Doğu Perinçek türü "devletin sol bacağı" unsurlar olabilir. Bir de cehaletlerinden dolayı proleter devrimci önder Kaypakkaya'yı kabul ettiğini öne sürüp Kaypakkaya ile özdeşleşmiş olan Uzun Süreli Savaş Stratejisi'ni reddedenler olabilir.     Tekrar ve tekrar Uzun Süreli Savaş Stratejisi'nin ne olduğuna ve bu stratejinin nasıl ve niçin ortaya konulduğuna dönelim. Bunu Mao Tse-toung'tan öğreniyoruz:    "Devrimin merkezi ödevi ve en yüksek biçimi, iktidarın silahla ele geçirilmesi, sorunun savaşla çözümlenmesidir. Marksizm-Leninizmin bu devrimci ilkesi, genel geçerlilik taşır; Çin'de ve bütün dünyada geçerlidir.
   "Ancak, bu ilke aynı kalmakla birlikte onun proletarya partisi tarafından gerçekleştirilmesi, değişik şartlara göre, değişik tarzda ifade bulur. Kapitalist ülkelerde -oralarda faşizmin hakim olduğu ve savaşların hüküm sürdüğü dönemler dışında şu durum vardır: İç siyaset bakımından artık bir feodal düzen yoktur, burjuva demokrasisi vardır; dış siyaset bakımından bu ülkeler milli baskı altında değildir, kendileri başka milletlere baskı yaparlar. Bu özelliklerden dolayı kapitalist devletlerdeki proleter partilerinin ödevi; uzun bir zaman bölümü süresince, legal bir mücadeleyle işçileri eğitmek, kuvvet toplamak ve böylece kapitalizmi kesinlikle yıkmaya hazırlanmaktır. Oralardaki mesele, uzayan legal bir mücadeledir, parlamentodan bir kürsü olarak yararlanmaktır, iktisadi ve siyasi grevlerdir, sendikaların örgütlenmesi ve işçilerin eğitilmesidir. Oralarda örgüt biçimi legaldir, mücadele biçimleri kansızdır (askeri değildir). Savaş sorununa gelince; böyle bir ülkenin Komünist Partisi, kendi ülkesinin emperyalist savaşlar yürütmesine karşı mücadele eder; eğer böyle bir savaş kopacak olursa, Partinin siyaseti, kendi ülkesinin gerici hükümetinin yenilgisi için mücadele etmekten ibarettir. Partinin ihtiyaç duyduğu biricik savaş, uğruna hazırlandığı iç savaştır. Ama gerçekten burjuvazi aciz kalıncaya kadar, proletaryanın çoğunluğu, silahlı isyana başlamak ve iç savaşı yürütmek kararlılığına varana kadar, köylü kitleleri proletaryaya gönül rızası ile yardım etmeye başlayana kadar, silahlı isyan ve iç savaş başlatılmamalıdır. Ve isyan ve savaş zamanı geldiğinde, ilk başta şehirler ele geçirilir ve ancak bundan sonra köylere doğru hücuma geçilir, tersi değil. Bütün bunları kapitalist ülkelerin komünist partileri yapmışlardır ve bütün bunlar Rusya'daki Ekim Devrimi tarafından doğrulanmıştır.     "Ama Çin'de mesele başkadır. Çin'in özelliği; onun bağımsız, demokratik bir devlet olmayıp, yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke olmasıdır; ülke içinde demokrasinin hüküm sürmeyip, feodal baskının hakim olması, bunun yanı sıra ülkenin dış siyasette milli bağımsızlığa sahip olmayıp, emperyalizmin baskısı altında olmasıdır. Bundan dolayı Çin'de yararlanabileceğimiz bir parlamento, işçileri grev yürütmek için örgütleyeceğimiz legal bir hak yoktur. Burada Komünist Partisi'nin ödevi, özünde, uzayan legal bir mücadele üzerinden isyan ve savaşa varmak değildir; ve ilk önce şehirleri, ondan sonra köyleri kazanmak da değildir. O tamamen başka türlü ilerlemelidir.     "Çin Komünist Partisi için sorun şöyledir: Eğer emperyalizm Çin'e karşı bir silahlı saldırıya geçmezse, Çin Komünist Partisi, ya burjuvaziyle birlikte savaş ağalarına karşı (emperyalizmin uşakları) bir iç savaş verir. 1924 -1927 yılları arasında Kuvantung eyaletinde ve Kuzey Seferi'nde olduğu gibi; ya da köylülük ve şehir küçük burjuvazisiyle ittifak halinde, toprak ağaları sınıfı ve komprador burjuvaziye karşı (gene emperyalizmin uşakları) bir iç savaş verir. 1927 -1936 yılları arasındaki Toprak Devrimi savaşında olduğu gibi. Ama emperyalizm ülkemize karşı bir silahlı saldırıya geçecek olursa, Parti, yabancı saldırganlara karşı çıkan ülkenin bütün sınıf ve tabakalarıyla ittifak halinde, dış düşmana karşı bir milli savaş verir -bugünkü Japon saldırısına karşı Direniş Savaşı da buna bir örnektir.     "Bütün bunlar Çin ile kapitalist ülkeler arasındaki farkı gösterir. Çin'de baş mücadele biçimi savaştır ve örgüt biçimi ordudur. Bütün diğer biçimler -örneğin halk kitlelerinin örgütleri, halk kitlelerinin mücadelesi- son derece büyük bir önem taşır, onların hepsi gereklidir ve onlar hiçbir şekilde gözardı edilemez; ama onların hepsi, savaşın menfaatlerine tabidir. Bir savaş patlamadan önce, bütün örgütler ve mücadeleler savaş hazırlığına hizmet eder -örneğin, 4 Mayıs 1919 Hareketi'nden 30 Mayıs 1925 Hareketi'ne kadar ki dönemde olduğu gibi. Savaş patladıktan sonra, bütün örgütler ve bütün mücadeleler, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak savaşla uyumluluk içindedir.     " 'Çin'de silahlı devrim, silahlı karşı-devrime karşı mücadele ediyor. Bu, Çin devriminin özelliklerinden ve üstünlüklerinden biridir.'  Stalin yoldaş'ın bu tezi tamamen doğrudur. " (Mao Tse-toung, Savaş ve Strateji Meseleleri 1938, Verlag Yayınevi, Almanya)     Bu önemli yazıda, Mao'nun bize öğrettiği temel gerçekler nelerdir?     1) Devrimin merkezi görevi ve en yüksek biçimi, iktidarın silahla ele geçirilmesi gerçeğinde ifadesini bulur. Bu gerçek evrensel bir gerçekliktir.    2) Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler burjuva demokrasisine sahip olmadığından buralarda merkezi görev uzun bir legal mücadele ve en sonunda silahlı mücadeleye başlama değildir. Silahlı mücadele kısa bir hazırlıktan sonra temel bir mücadeledir.    3) Emperyalist ülkelerde devrim uzun bir hazırlık dönemi gerektirir, bu dönemde güç toplama, parlamenter biçimden yararlanma, sendikal faaliyet, demokratik kitle örgütlerinde çalışma ve tüm bu çalışmaların en son yapılacak olan genel ayaklanma için bir hazırlık olduğu ve bu hazırlığın silahlı değil,  silahsız mücadele biçimi şeklinde sürdüğü gerçeğidir.     4) Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde baş mücadele biçimi silahlı mücadele, baş örgüt biçimi ordudur. Diğer mücadele biçimleri buna göre şekillenir ve bunu besleyen geliştiren özellik taşır.     5) Bu gerçekler gerek Ekim Devrimi gerekse Çin Devrimi tarafından doğrulanmıştır. Ekim Devrimi'nin doğruladığı Genel Ayaklanma yoludur. Çin Devrimi'nin doğruladığı ise Uzun Süreli Savaş Stratejisi yoludur.     Peki, Marksizmin bugün ulaştığı düzey açısından bu temel gerçekler hala temel gerçek olma özelliğinde midir? Bunlara yapılacak yeni eklemeler gerekli midir? Ya da bu temel gerçeklerin gerekçeleri ve tarihsel varediş koşulları gerçekten hala geçerli gerekçeler midir?    Maoizmin dogmatik savunucuları için harfiyen her satır belirleme, her satır yorum, Mao'daki hali ne ise bugün de öylece benimsenmeli, kabul edilmelidir.    Mao Tse-toung'un, yarı-sömürgelere Uzun Süreli Savaşı, emperyalist-kapitalist ülkelere ise Genel Ayaklanma yolunu uygun görmesi bu ülkelerin iktisadi-siyasi yapısından dolayıdır. Ancak devrimin yolunun bu nedene (iktisadi-siyasi yapı) dayandırılması devrimin yolunun gerekçesinin esaslı bir açıklaması olabilir mi? Devrimin yolunun USSS'den geçtiği doğrudur. Ancak bunun gerekçeleri doğru mudur? Öncelikle emperyalist ülkelerde Uzun Süreli Savaş Stratejisi'nin uygulanmaması gerektiği konusundaki gerekçeleri ele alalım. Buralarda, emperyalist ülkelerde burjuva demokrasisinin egemen olduğu, parlamentonun varlığı ve bu parlamentodan yararlanılabileceği, sendikaların varlığı ve orada örgütlenilerek işçilerin eğitilmesi, ekonomik ve politik grevlerin düzenlenebileceği gerekçeleri ileri sürülmektedir. Bugün bu gerekçelerin tamamı veya birçoğu, birçok yarı ve yeni-sömürge, yarı-feodal ülkede bulunmaktadır. Ve Türkiye Avrupa Birliği'ne girdikten sonra Avrupa tipi bir kapitalist ülke olacağından Türkiye'de Uzun Süreli Savaş Stratejisi geçerliliğini kaybedecek midir?     Ayrıca belirtilmelidir ki, emperyalist ülkelerde her zaman burjuva demokrasisinin varolduğu gerçeği yansıtmaz. Hitler ve Mussolini dönemleri buna örnektir. Özellikle de ABD'de burjuva demokrasisinin varlığından söz etmek imkansızdır. ABD kendi denetiminde ve kullanımında olduğu sürece Fethullah Hoca gibi köleci toplum ideolojisi savunucularını ve ne idüğü belirsiz Moon Tarikatı'nı da bünyesinde barındırmaktadır. Ancak dünyanın en azılı haydut emperyalizminin temsilciliğini de kimseye kaptırmamaktadır. Ve NATO ile dünyanın dört bir köşesinde askeri güçlerini dolaştırmakta ve ülkelere hem saldırmakta hem de gözdağı vermektedir. Bugün biçim değiştirmiş olan NATO güdümlü Gladyo'nun varlığı da, ABD'nin asla asla burjuva demokrasisine sahip olmayan faşist-emperyalist süper devlet olduğunu göstermektedir.    Ve de emperyalist ülkelerde, burjuva demokrasisinin varolduğu gerçeği yansıtmaz. Çünkü burjuva demokrasileri feodalizmin tasfiye edildiği veya tasfiye edilmekte olduğu kapitalizmin henüz çürümediği, tarih sahnesinde çocukluk ve gençlik dönemlerini yaşadığı bir zaman kesitinde söz konusudur. Bu zaman kesiti kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasına denk düşmektedir. Oysa emperyalizm yani tekelci kapitalizm döneminde burjuvazi çürüyen, asalak, can çekişen bir süreçtedir. Tekelci karakter ona siyasi gerici bir yön kazandırmıştır. Lenin'in de belirttiği üzere tekel demokrasiye değil, siyasi gericiliğe tekabül eder. Tekelci kapitalizm döneminde burjuvazi, burjuva demokrasisini çöplüğe atmıştır. Çünkü artık onun burjuva demokrasisine ihtiyacı yoktur. Feodalizme karşı mücadelesinde, elbette bu demokrasiye ihtiyacı vardı. Hem kendi sınıfının gelişebilmesi hem de geniş halk kitlelerini kendi safında feodallere karşı örgütleyebilmesi için buna ihtiyacı vardı. Oysa artık böyle bir sorunu olmadığından demokrasi onun için bir lükstür. Parlamentosunun varlığı ise ona gençlik döneminden kalan bir mirastır. Ve aslı zatında ülkeyi yöneten de mevcut parlamento değil mevcut tekeller ve onları siyasi-bürokratik temsilcileridir. Parlamento tekelci yönetimi, tekelin egemenliğini gizlemeye yarayan bir araç haline gelmiştir. Proletaryanın sendika ve demokratik kitle örgütleri gibi haklarına gelince bunlar düzenin yaralarını sarmaya yarayan düzen içi reformist yapılardır.
   Ancak hem sendikalardan hem de parlamentodan yararlanmaktan vazgeçmek aptallıktır.  
   Ayrıca, sendikaların devrimci özleri boşaltılmıştır.
   Emperyalist ülkelerde proletaryanın önemli bir bölümü yüksek ücret yoluyla satın alınmış, kaymak tabaka haline getirilmiştir. Yeni ve yarı-sömürgelerin yüksek, tatlı karlarından onlar da sus payı alır hale getirilmiştir. Bu sınıf dayanışması anlayışına önemli ölçüde zarar vermiş, burjuva bireyciliğini körüklemiş ve iliklerine kadar empoze etmiştir. 1700'lü yılların yüksek değerdeki politik-ideolojik yapısı demode olmuştur. Şimdi -tekel döneminde- moda olan uçsuz bucaksız, başı sonu belli olmayan yozlaşmış değer yargılarıdır. Uçsuz bucaksız tekel egemenliği, uçsuz bucaksız bireyci çıkarlar egemenliğini getirmiştir. 1700'leri moda akımı (elbette aynı zamanda tarihsel bir gerçeklik ve tarihsel bir zorunluluktu) burjuva demokrasisi yerini 1850'lerin 1900'lerin tekel "demokrasisi" ne bırakmıştır. Moda olan akım demode akım haline gelmiştir. O nedenle emperyalist ülkelerdeki rejimler için (demodeyi kısaltarak) demo-demokrasi demek uygun olacaktır.     Demo-demokrasinin hüküm sürdüğü bu emperyalist-kapitalist ülkelerde uzun bir hazırlık dönemi, uzun bir legal mücadele yaşanmıştır. Ve yaşanmaktadır. 1850'lerden beri yaşanan bu mücadele biçimi, bu örgüt biçimi, bu çalışma tarzı anlayışı oralarda bir tek devrime yol açmamıştır. Bu yol ile de (Genel Ayaklanma yolu) bir devrimin ufukta belireceği ham bir hayaldir. Boşa zaman harcamadır. Umutların yenilip tüketilmesidir. Ekim Devrimi gerçeği de, uzun bir legal, (kansız) hazırlık döneminin ardından Genel Ayaklanmanın yaratılmış olduğunu ifade etmemektedir. Mao bu saptamada yanılmaktadır. Çünkü Ekim Devrimi, Birinci Emperyalist Dünya Savaşı nedeniyle oluşan "devrimci durum"dan Parti'nin ve halkın örgütlülüğü nedeniyle Rus Bolşeviklerin zaferidir. Genel Ayaklanma'nın asla mümkün olamayacağı iddiasında değiliz. Genel Ayaklanma, emperyalist dünya savaşının başladığı ve sürdüğü koşullarda komünist partinin sübjektif etken olarak devreye girmesiyle olasıdır.     Ancak, bunun dışında gerek emperyalist gerekse yarı ve yeni-sömürgelerin devrim yolu Uzun Süreli Savaş Stratejisi'nden geçmektedir.    Devrimin yolunun ne olduğunu bilmeden önce devrimin ne demek olduğunu bilmeliyiz. Devrimin ne demek olduğunu, anlamını ve içeriğini bilmeyen elbette bilinçli bir devrimciden ziyade "kitle" olmaktan kurtulamamış bir unsurdur. "İnsan" ne için mücadele ettiğini bimeli, nasıl bir toplum düşlediğini bilmeli, nasıl bir toplumsal yaşantıyı hedeflediğini bilmeli. Yeni insanın eski insandan farklı olacağını bilmeli. Bu farkların neler olacağına dair kafasını yormalı. Eskiyi bir daha geri gelmemek üzere tarihe gömmesi gerektiğini bilmeli ama bunu nasıl yapacağını da bilmeli...     Proleter devrimci, burjuva veya burjuva-feodal devlet mekanizmasının ele geçirilmesi sonucu bu mekanizmanın yerine bu mekanizmaya benzemeyen sınıfsız mekanizmanın bir nokta duruşu kadar kısa sürede "Bütün Halkın Devleti"ni ya da "kollektivist sosyalist" rejimi inşa etmesi gerektiğini bilmeli, aksi halde diğer inşa biçimleri gibi kapitalizme geri dönüleceğini aklından çıkarmamalı.
                          **    **    **
        Sarsılan Güven
            1871-1975
       (Akıl, Duygu ve Toplum) -4-


    Devrimin hedefi, devletin ele geçirilmesidir. Olayın kısa ve öz ifadesi budur. Devletin ele geçirilmesi hedefi ister istemez bu hedefe varmak için bir yola ihtiyaç duyulduğunu anlatır. Burjuvazi feodal devleti ele geçirmeden önce adım adım uzun bir sürede kapitalist üretim biçimini ve kapitalist üretim ilişkilerini inşa etmiştir. Bununla birlikte yoksul köylü kitlelerine ve diğer halk, sınıf ve tabakalarına dayanarak şiddet yolu ile onları iktidardan alaşağı etmiştir. İşte burjuvazinin jakobenliği budur. Burjuvazinin feodal devleti ele geçirmesinin ve bu feodal devletin yerine burjuva devletini oturtması - o da parçalayarak oturtmuştur- budur.
   Proletarya ise burjuva ve burjuva-feodal toplumda elbette adım adım legal olarak kollektivist sosyalist rejimi kuramaz. O nedenle proletaryanın yolu -devleti ele geçirmesinin yolu- adım adım, uzun sürede burjuva devlet mekanizmasını parçalamak, bu mekanizmanın tamamen işlevsiz kaldığı ana kadar ki sürede olabildiğince kendi sınıfsız mekanizmasını kurmaktır. Kurulan bu mekanizma Kızıl Siyasi İktidarlardır. Bunları kurması elbette uzun zaman alacaktır. İşte bu zamanda burjuva devlet otoritesi yer yer ortadan kaldırıldıkça değişik biçimlerde "bütün halkın devleti"nin otoritesi olan proleter devrimci otorite tesis edilir.     Emperyalist ülkelerde, yarı ve yeni-sömürgelerde proleter partinin yolu devlet otoritesini adım adım ortadan kaldırmak, adım adım burjuva ve burjuva-feodal devlet mekanizmasını parçalamak onun yerine devrimci mekanizmayı (bütün halkın devleti'ni) tesis etmek olmaktadır.     Proleter partinin stratejisi budur. Bu strateji üç aşamadan oluşmaktadır. Birincisi, stratejik savunma; ikincisi, stratejik denge;  üçüncüsü, stratejik saldırı olarak. Mao Tse-toung'un öğrettiği budur.     Proleter partinin stratejisinin hayata geçirilmesindeki temel mücadele biçimi, silahlı mücadele olmaktadır. Çünkü, burjuva devlet mekanizmasının parça parça ortadan kaldırılması ve burjuva devlet otoritesinin parça parça yıkılması, ne ülke çapında çıkarılan bir gazete ile, ne demokratik kitle örgütlerinin akademik-demokratik mücadelesi ile, ne sendikal mücadele ile, ne de parlamenter mücadele ile, gerçekleştirilebilir. O nedenle bunu esas biçimi, temel biçimi silahlı mücadele olmuştur. Ve diğer mücadele biçimleri olan sendikal, demokratik, parlamenter biçimler tali ve silahlı mücadeleye tabi olmaktadır. Tali ve tabi olan bu biçimler silahlı mücadeleyi besler, yayılmasına çalışır, destek görevi görür. Yer ve zamana uygun olarak ona zemin hazırlar. Silahlı mücadele, emperyalist-kapitalist-feodal yumruğa karşı halkın devrimci yumruğudur. Halk bu demirden yumruğun burjuvanın-feodalin-gericinin-faşistin beyninde patlamasından dolayı büyük sevinç duyar, ona sahip çıkar ve yumruğa katılır ve halk katıldıkça demirden yumruk daha büyük ağırlıkla burjuva mekanizmayı parçalar, her parçalanış burjuvaziyi ürpertir, titretir, ayaklarının bağını çözer, gelecek umudu kararır, yüreğini tamamen gelecek endişesi ve kaygılar sarar, moralman çöker, kontralar yaşlanmış birer köpek gibi saldırıdan savunmaya çekilir, onları ve ailelerini ve dostlarını, arkadaşlarını can derdi alır, onların hepsi her an devrimin hedefindedir. General generalliğini unutmaya başlar, aynaya baktığında kendini basit bir er gibi görmeye başlar, burjuva soyu cehennem ateşlerinde yanma korkularına düşer, neslinin tükenmekte olduğunu ve tükeneceğini anlar, zengin soyu bir daha bu dünyaya tohum bırakamayacak derecede yokoluşunu, mahvını görür. Kapitalist, doğmuş olduğuna pişman olur. İnim inim inleyerek ölen bir hasta gibi kapitalist rejimin çürüyen çöplüğünde inler, kan kusar, kustuğu kanı içer. Artık yiyecek içecek bir şeyi kalmamıştır. Yerde yatar, yattığı yerden hoşnut değildir. Yalvarır üstümü örtün diye istediği ölümdür, ölürken istediği yorgan değil, yorgan yerine geçecek olan bir kürek kumdur.

    Artık, silahlı mücadelenin başlatılması ve temel alınması için gerekli şart olan devrimci durumun varlığı şartı yani Leninist Devrim anlayışı tarihe karışmıştır. İçinde bulunduğumuz dönemde Maoizmin Uzun Süreli Savaş Stratejisi'nin evrensel olarak geçerli olduğu ilkesinin hayat tarafından doğrulandığı ve doğrulanacağı gerçeği söz konusudur.
    İçinde bulunduğumuz dönemde, emperyalist ülkelerde verilen ve verilmiş olan uzun süreli legal mücadele -Genel Ayaklanma- anlayışı stratejisinin devrime götürmediğinin net ve berrak bir şekilde görüleceği ve bu yoldan vazgeçileceği, yerine Uzun Süreli Savaş Stratejisi'nin benimsenip uygulanacağı gerçeği belirecektir.     Uzun Süreli Savaş Stratejisi ile emperyalist ordular, emperyalizmin cephaneliği parça parça yok edilir. Ancak bu yolla emperyalist tekellerin üretimine darbe indirilir, emperyalist mali sermayenin dev bankaları işlevsiz kılınabilir. Ancak bu yolla emperyalist yönetim daireleri ve kurumları imha edilebilir. Ancak bu yolla emperyalizmin parlamentosu başına yıkılabilir. Ve işte ancak bu yol ile emperyalizm ekonomik-politik-askeri-idari olarak bunalıma girer. Süren dev tekel üretimi imha edilmeden, ticaretin beyni olan dev bankalar ve yöneticileri imha edilmeden, NATO karagahı ve personeli imha edilmeden, emperyalist kültür kurumları imha edilmeden, emperyalizmin gönüllü hizmetkarları sarı sendikalar imha edilmeden, emperyalist yönetim daireleri imha edilmeden asla ve asla bir emperyalist devlette proleter devrimin yolu açık değildir.     Kısacası, proleter devrimin emperyalist ülkelerdeki yolu emperyalist kurum ve kuruluşları ve emperyalizmin askeri güçlerini Uzun Süreli Savaş yolu ile parça parça ortadan kaldırmadan, proleter devrimci yol adını alamayacaktır.     Ancak, bu yol emperyalizmi büyük bir kaosa itecek, yönetenler yönetemez hale gelecek, yönetilenler yönetilmek istemeyecek ve devrimci durum ancak bu iradi çaba sonucunda adım adım, parça parça, yer yer ortaya çıkacak ve bütün ülkeyi saracaktır. Böylesine bir devrimci durum aynı zamanda yarı ve yeni-sömürgelerdeki devrimleri de ateşleyen önemli bir fitil olur.     Emperyalist ülkelerde, devlet mekanizmalarının parça parça işlevini kaybetmesi bile yarı ve yeni-sömürgelerin komprador-bürokrat burjuvalarını ve onların devletini içinden çıkılmaz durumlarla karşı karşıya bırakacaktır. Çünkü bu ülkelerin kapitalizmi emperyalizme bağımlı bir kapitalizmdir. Baş aşağı duran, baş aşağı inşa edilmiş bir kapitalizmdir. O nedenle bunalım, bu başa aşağı kapitalizmin temsilcilerini de sarsacak, derinden etkileyecek, devlet otoritesini sarsacaktır. Bu nedenledir ki, emperyalist ülkelerde başlatılacak bir Uzun Süreli Savaş Stratejisi, yarı ve yeni-sömürgelerdeki Uzun Süreli Savaş Stratejisi'nden daha büyük öneme sahiptir. Daha büyük sonuçlara yol açar. Daha görkemli olarak tarihe geçer. Çünkü yapılan vuruş emperyalizmin kolları olan komprador-bürokrat-feodal burjuvaziye karşı değil, bizzat ve bizzat emperyalizmin beyni olan tekelci burjuvaziyedir. Beyni hasar gören hayvan sersemleyecek kollarındaki hakimiyeti de kaybedecektir. Emperyalist hayvanın beynine yapılan her vuruş, işbirlikçi hayvanı da sersemletecek onun sonunu hazırlayacaktır.     Evrensel olan Uzun Süreli Savaş Stratejisi, bir yönüyle imha, bir yönüyle vuruş, bir yönüyle kopuş, bir yönüyle yayılış, bir yönüyle geliştiriştir, bir yönüyle kuruluş stratejisidir.

    Öncelikle kopuş'tur. Burjuva-feodal yaşam tarzından kendisini kopardığı gibi emperyalist-kapitalist-feodal sistemi de tarihten koparır. Proletarya ve halk kitlelerinin burjuva-feodal sistemden parça parça koparılmasını hedefler. Burjuvaların halk üzerindeki egemenliğinin parlamenter, sendikal, idari, ekonomik, politik, askeri kopuşudur. Emperyalist hakimiyetin yarı ve yeni-sömürgelerden kopuşudur. Zengin Türk'ün Yoksul Türk'ten, İşbirlikçi Türk'ün Yurtsever Türk'ten, Gerici Türk'ün Devrimci Türk'ten amansız ve ebediyen kopuşudur.
    İkincisi, vuruş'tur. Burjuva-feodal veya emperyalist devlete ve işbirlikçilerine yer ve zaman gözeterek sürekli ve sistemli vuruşlar düzenlemektir. Bu hareketli savaş uygulamasıdır. Bizzat çarpışmadır, suikasttir, tuzağa düşürerek etkisizleştirmedir. Buna ideolojik-politik (askeri olmayan) vuruşlar da eklenebilir.    Üçüncüsü, imha'dır. Devletin parça parça ortadan kaldırılmasına, halk düşmanı sınıfların ve onların temsilcilerinin kemikleşmiş savunucularının ortadan kaldırılmasına, rejimin işlemez hale getirilmesi için ekonomik, siyasi, kurumsal, askeri hedeflere yönelik eylemler silsilesidir. İmha devlete ve rejime ve ezen sınıflara ait bir parçanın ortadan kaldırılarak devletin, rejimin, ve ezen sınıfların kısmen zayıflatılmasıdır. Bu düşmanın ve dayanaklarının parça parça yutularak devrimin kendi güzergahında ilerlemesidir.     Bir yönüyle yayılış'tır. Düşmana vuruş yapmak, onu imha etmek amacıyla onun saflarına yayılıştır. Ayrıca, kitleleri örgütlemek ve seferber etmek amacıyla legal ve illegal "yayılış"tır.     Bir yönüyle kuruluş'tur. Düşmanın egemenliğinin sarsıldığı yerde devrimin otoritesinin kuruluşudur. Düşmandan arındırılmış bölgede devrimci üs alanlarının kuruluşudur. Alt askeri birimden üst askeri birime, alt siyasi birimden üst siyasi birime doğru ilerleyen kuruluştur. Beyaz ve kızıl bölgede devrime hizmet etmesi amacıyla yapılan her örgütlenme biçimi bir kuruluştur. Lojistik destek sağlamak amacıyla yürütülen faaliyetin organize edilmiş yapısı bir kuruluştur. Yapı, en alt birimi hücreden en üst biçimi bütün halkın devletine kadar yükselen bir uyumlu kuruluşlar bütünüdür.    Bir yönüyle, geliştiriş'tir. Burjuvazi tarih sahnesine üretici güçlerini geliştirerek çıkar ve feodalizmi yıkar. Burjuvazinin esas üretici gücü sermayedir. Burjuvaziyi devirecek olan proletaryanın üretici gücü ise bizzat kendisidir. Tarihin en devrimci üretici gücü sınıf bilincine varmış olan proletaryadır. Kendisi için sınıf olmuş olan proletaryadır. En devrimci üretici güç proletaryadır. Bu üretici gücün geliştirilmesi sınıf bilinci ile dononması demektir. "Geliştiriş" sınıf bilinci ile donanmadır. Geliştiriş sınıf bilinci ile donanmış proletaryanın bütün sınıfları tarihten söküp atma "sınıfsız tarihi" başlatma bilincine ulaşmadır. Bu ise kendinde sınıf durumundan çıkma ve kendisi için sınıf olma yani "geliştiriş" ile mümkündür.     Şimdi de kavranma zamanının geldiğine inandığımız, günümüzün üçüncü büyük gerçeği olan kollektivist sosyalist rejim anlayışına değinelim.     En kısa anlatımıyla nedir kollektivist sosyalist rejim?  

      Kollektivist sosyalist rejim sınıfların tamamen ortadan kaldırıldığı, toplumda zengin ve yoksulun bulunmadığı, özel mülkiyete son verildiği ve bütün halkın mülkiyetine geçildiği (ki bu kesinlikle belirtilmelidir ki, Sovyetler ve Çin'deki gibi devlet kapitalizmi ya da diğer adıyla devlet mülkiyeti değildir) ulusun sınıf ayrımlarından kurtulmasından dolayı saf, arı bir özellik kazandığı, devlet kapitalizminin, bireysel kapitalizmin (hatta küçük burjuva kapitalizmi) ve feodalizmin ve artıklarının tamamen ortadan kaldırıldığı, hiçbir dinin hayat alanı bulamadığı ve pratikte geçersizleştiği, piyasanın her türünün ortadan kaldırıldığı dolayısıyla paranın geçersiz kılındığı, diktatörlüğün bir tek sınıfın diktatörlüğü (proletarya diktatörlüğü) olmaktan çıktığı ve devletin "Bütün Halkın Devleti" haline getirildiği bir rejimdir.

    Bu rejim tarihte ilk kez 17 Nisan 1975 tarihinde Demokratik Kampuchea'da kurulmuştur. Sovyet sosyal-emperyalizminin, işgalci sosyal-faşist Vietnam ordularını 1979 Ocak ayında topyekün taarruza geçirmesiyle birlikte, işgale uğramıştır. İşgal edilen Demokratik Kampuchea topraklarında rejimin sahibi olan Kampuchea halkı ve onun partisi olan Kampuchea Komünist Partisi rejimini ve ülkesini savunmak üzere ülkenin içlerine ormanlık alanlara çekilmiş Kızıl Kmer gerillaları yani bir kurtuluş savaşı başlatmıştır.
    Bu rejim nedeniyle faşist CIA ve faşist KGB ve onların uşakları yıllar yılı Pol Pot ve Kızıl Kmer düşmanlığı yapmıştır ve yapmaktadır. Ve bunu yaygınlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu tür faaliyetin bir tek amacı vardır, o da şudur: Uluslararası komünist hareket içinde en ileri toplumsal rejimi kuran ülkeyi örnek olmaktan çukarmak. Çünkü o güne kadar -1979'lara kadar- dünyada bir tek sosyalist ülke kalmamıştı. (Ancak Enver Hoca'nın Mao'yu reddetmesine rağmen sosyalist ülke olmaktan o zamanlar çıkmadığını belirtmeliyiz) Ve varolan sosyalist rejimler geri dönüşle birer kapitalist rejim haline gelmişlerdi. Mao'nun ölümünden sonra Hua Guo-feng'in kısa süreli iktidarının ardından Deng Siao-ping'in topyekün ihaneti sonucu sosyalizmin son devi Çin dahi revizyonist-kapitalist bir ülke haline geldi.    Kampuchea devriminin ve kollektivist sosyalist rejiminin büyük önemi diğer sosyalist rejimleri aşmasındaydı. Mao'nun Çin'i dahi proletarya diktatörlüğünden bütün halkın devletine geçememişti. Bütün sosyalist rejimler "iki çizgi mücadelesi"nin kurbanı oluyorlar ve burjuva kapitalist yol, proleter sosyalist yola galebe çalıyordu. Bütün sosyalist rejimlerde sınıflar varlığını sürdürüyor, Kampuchea kollektivist sosyalist rejiminde bütün sınıflar ortadan kaldırılıyor, tarih ilk kez sınıfsız topluma tanık oluyordu. İşte Pol Pot'un büyüklüğü, Pol Pot'un tarihsel önemi buradan ileri geliyordu. Ve onu Marksizmin altıncı ustası yapan tarihi gerçek " BİR TEK HAMLEDE, BÜYÜK İLERİ ATILIM" da yatıyordu.    Lenin'in, Stalin'in, Mao'nun sosyalist rejimleri maalesef yenilgi ile sonuçlanan rejimler olmuştur. Yenilmeyen, içten iki çizgi mücadelesi sonucu yıkılmayan sosyalist rejim ise Pol Pot'un kollektivist sosyalist rejimi olmuştur. O nedenle Marksisler için bugün savunulacak olan biçim Pol Pot'un önderliğinde inşa edilen kollektivist sosyalist rejimdir. Dikkat çekmemiz gereken ikinci bir nokta ise sosyalist rejimlerdeki geri dönüş olgusunun birkaç ülke ile sınırlı istisnalar olmaktan çıkmış olmasıdır. Geri dönüşler genel bir karakter arz etmektedir. Geri dönüşler tikel değil geneldir. Şu ya bu ülkenin uygulamasındaki özgüllükten kaynaklanan birer hata olmaktan çıkmış geneli kapsamıştır. Buna rağmen Leninist-Maoist modelde ısrar etmek Marksizmi anlamamaktır, ya da iyi niyetten yoksun olmaktır. Veya da art niyet taşımaktır. Onlar elbette birer sosyalizm örnekleriydi ama bugünkü durumda yenilmiş ve hala yenilmenin tohumlarını içinde taşıyan birer sosyalizm örneğidirler. Önemli olan, Marksist olan yenilmiş örnekleri savunmakta ısrar etme tutumu değil, aşmış bir örneği benimseme , kabullenme ve pratiğe dökme tutumudur.     Mao Tse-toung' un dogmatik savunucuları diyecekler ki, yenilgi normaldir. İki çizgi mücadelesi sosyalist toplumda sürmektedir, hatta sosyalist toplumdan komünist topluma kadar olan uzun dönemde kimin kazanacağı belli değildir.    Biz de diyoruz ki, bunlar Mao'dan alınma sözlerdir, Marksizm alıntıya göre yönünü belirlemez, varolan ve yaşanmış olan gerçekleri değerlendirir yolunu öyle belirler.     Ayrıca bir Marksist bilimsel öngörüye sahiptir, boşa kürek çekmez. Kimin kazanacağı belli olmayan süreç gerekçesi onun engin ve sağlam perspektifine uygun düşmez. Siz, siz olun dibini görmediğiniz kuyuya atlamayın, belirsizlik sizin işiniz olmasın. Felsefede belirsizlik agnostiklerin yani bilinemezcilerin yoludur. Siz, siz olun agnostik değil, diyalektik materyalist olun. Bugünün orta yolcuları bellidir, siz, siz olun yarının orta yolcuları olmayın.     Leninist ve Maoist sosyalizmler iç çelişmeler sonucunda yenilmişlerdir. Söz konusu iç çelişmeler söz konusu sosyalizmlerdeki sınıfların varlığından kaynaklanmaktaydı. Ve bu sınıfların en önemlisi ve en tehlikelisi, bürokrat burjuvaziydi. Eski devletin, parçalanan ve ortadan kaldırılan bürokrat burjuvazisinin yerini yeni kurulan rejimin bürokratları alıyordu. Bu bürokratların önemli bir bölümü devrimci ve komünist unsurlardılar. Ancak yürürlükte olan sosyalist bir rejim olmasına rağmen hüküm süren kapitalizm devlet kapitalizmiydi. Ve partinin yönettiği de devlet kapitalizminin ehlileştirilerek yönetildiği "sosyalist" piyasa ekonomisiydi. Devlet kapitalizmi burjuvaziyi simgeliyordu ancak onu yöneten yönlendirenler proletaryayı simgeliyordu. İşte esaslı çelişme, işte temel çelişme buydu. Bu gerçeği Lenin de belirtmektedir. Nitekim Lenin, Sovyet Devrimi'nden dört yıl sonra 1921 yılında şöyle demekteydi:    "Çünkü sosyalizm tekelci devlet kapitalizmini hemen izleyen bir evreden başka bir şey değildir. Veya sosyalizm kapitalist tekel olmaktan çıkmış tüm halkın hizmetinde tekelci devlet kapitalizminden başka bir şey değildir." V.İ.Lenin, Yaklaşan Felaket, s.57, Ekim Yayınları, İkinci baskı: Ocak 1990     Görüldüğü gibi Lenin de sosyalizm, tekelci devlet kapitalizmidir ancak, tüm halkın hizmetinde olan devlet kapitalizmi. Bu devlet kapitalizminin yöneticileri ise partinin üst düzeyidir. Yani nomenklatura. İşte bu nomenklatura süreç içinde yozlaşmakta ve parti içinde darbe düzenleyerek iktidara gelmektedir. Stalin'in ölümünden sonra olan budur. Mao'nun ölümünden sonra da olan budur. İktidar bir avuç revizyonist tarafından gasp edilmektedir. Bunu en açık olarak gören Mao olmuştur. O nedenle "Burjuvaziyi başka yerde aramayın o partinin içindedir" demiştir. Parti içinde iki çizgi, iki yol mücadelesini de bu nedenle ileri sürmüştür. Büyük Proleter Kültür Devrimi'nin de nedeni budur. Bu iki çizgi mücadelesidir.     Lenin ve Stalin, geri dönüşün mümkün olabileceğini kabul etmişler, ancak, bunun kaynağını yanlış saptamışlardır. Lenin ve Stalin'e göre geri dönüşün kaynağı, küçük burjuvazinin, küçük üretimin varlığıdır, yenilmiş sınıfların yenilmişliklerinden dolayı bin kat artan direnci ve beslediği umuttur.
                      **    **    **
       Sarsılan Güven
-            1871-1975
              (Akıl, Duygu ve Toplum) -5-


    Pol Pot iktidara geldikten ve ülkenin tümü ele geçirildikten sonra en geç bir yıl içinde tüm sınıflar ortadan kaldırılmıştı. Sosyalist anlamda dahi alım satımın gerçekleştirildiği ve paranın hükmünü sürdürdüğü bir biçim inşa etmemiştir. Para ortadan kaldırılmış, piyasa ekonomisi son bulmuştur. Dolayısıyla partinin üst düzeyinin geri dönüş temelinin iktisadi zemini/temeli yok edilmiştir. Küçük burjuva üretim de ortadan kaldırıldığından, küçük burjuvazinin günbegün kapitalizmi yaratması önlenmiştir.
   Marks'ın ünlü sözüdür : "İnsanların varlıklarını belirleyen bilinçleri değil, bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır."

    Geri dönüş olgusunun tarihi materyalist açıdan izahı için muazzam önemde bir sözdür bu.
    Bu söz ışığında partinin üst düzey kadrolarının (Kampuchea'da devrimden sonra dahi parti üyelerinin parti üyesi olduklarını açıklamaları yasaktı) devrimden sonraki durumuna değinelim. Çok basit yaklaşımlarla ve halkın geri kesiminin dahi anlayabileceği, mantıklı olarak düşünebileceği şekilde bakalım. Devrimden sonra ülkenin ekonomik ve politik alanda yöneticilere ihtiyacı var ve bu yöneticiler Çin'de olduğu gibi parti üyesidirler ve varsayalım Çin'de olduğu gibi sekiz kademeli ücret sistemi var. Düşük kademeli ücret alan ile yüksek kademeli ücret alan arasında farklar ortaya çıkacaktır. Yüksek ücret alan daha iyi evde oturma, daha iyi beslenme, daha konforlu yaşama hakkını da elde etmiş olmaktadır. Söz konusu yüksek kademeli "yoldaş"ın ailesindeki bireylerin de hatta yakın aile çevresinin de aynı imkanlara sahip olma şansı bulunmaktadır. Daha modern okullarda daha iyi eğitim yolu ile onlar da bu bürokratik mekanizmayı besleyen ve geliştiren süreçlerden geçmektedir. Yeni alışkanlıklar ve yeni yaşama biçimi on yıllık, yirmi yıllık, otuz yıllık sürede hem kök salmakta hem de kemikleşmiş bir çizgi haline gelmektedir. Buna bir de devletin imkanlarından yararlanma hakkının pratikte onlar için daha geçerli olduğunu da ekleyelim.     Şimdi, bu durumda adı proletarya diktatörlüğü olan bu devletin "mum gibi erimesi" istenir mi? Ve üretilenlerin ve varolan tüm imkanların adaletli ve ihtiyaca göre dağıtılması için yönetici bürokratlar tarafından bir adım dahi atılması girişiminde bulunulur mu?    Elbette bürokrat olan partililer yaşadıkları gibi düşüneceklerdir. Tabii düşünmeyenler de çıkacaktır; ancak onlar azınlıkta kalacaktır;  çünkü gerçekler her zaman azınlıkların ellerinde ve gerici şiddette her zaman onların sırtında bir sopadır. Çin'de Büyük Proleter Kültür Devrimi'nin dört büyük önderi "Dörtlü Çete" olarak ilan edilerek suçlandılar, ağır hapis cezalarına ve idama mahkum edildiler.     Ve tekrar söylüyorum, elbette bu bürokrat partililer düşündükleri gibi yaşayacaklardır. Ancak düşündükleri gibi yaşamak istediklerini gizleyeceklerdir... Üst düzey parti üyelerinin kaçı diyeceklerdir ki herkes yeteneğine göre iş yapsın , benim oğlumun ve karımın yeteneği ancak maden ocağında çalışacak niteliktedir. Belki yüzde biri. İşte Mao Tse-toung gibi birkaç "saf" çıkıp oğlunu Amerikan emperyalizmine karşı savaşmak üzere Kore'ye gönderecek ve oradan ölüm haberini alacaktır.    Yüzde doksan dokuzu ise oğlunun doktor, mühendis, fabrika müdürü olması için çaba sarfedecektir. Çin Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Deng Siao-ping dahi Parti'nin üst düzeyinin çocukları için özel okullar açılmasını istemiştir. Sovyetler Birliği'nde Stalin zamanında dahi aydınların kalburüstü olanları ormanlık alanlardaki villalarda yaşamaktadır. Hatta Sovyetler'e iltica etmek zorunda kalan Nazım Hikmet de böyle bir yerde yaşamış ve kendisine özel bir doktor  -Dr.Galina-  tahsis edilmiştir. Ve tabii ki o yaşama biçimi Nazım'ı köreltmiştir. Nazım en iyi şiirlerini bu topraklarda yazmış, Sovyetler'de yazdıkları ise ikinci, üçüncü dereceden önem taşıyan şiirler olmuştur.     Bu basit ve yalın anlatım ile insanın bilincinin yaşadığı ortama göre şekillendiğini göstermek istedik. Aslında birçok gerçek, karmaşık olanda saklı sanılmaktadır oysa "basit olan" da gizlidir. Çok olağanmış gibi önemsenmeyecek derecede sanılanda gizlidir.    Kampuchea deneyi dışında kalan devrimler bize göstermiştir ki, proletarya diktatörlüğü onlarca yıl sürdürülecek olursa hem halkın yozlaşmasına yol açmaktadır, hem de parti içinde kaçınılmaz olan parti içi iki çizgi mücadelesinde ve yine kaçınılmaz olan yenilgi ile karşılaşılmaktadır. Proletarya diktatörlüğü ancak ve ancak bir süreç değil bir nokta olduğunda yani ülkenin tümü ele geçirildikten sonra en geç bir yıl gibi bir zamanda eski rejimin yeni rejim olan "kollektivist sosyalist rejime" sıçrama noktası olarak kabul edilirse geri dönüş önlenmiş olur. Böyle bir sorun ortadan kalkmış olur.     Mevcut sosyalizm anlayışını aşmak için önem vereceğimiz, dikkatlice ele alacağımız, değerlendirmesini yaparak karara varabileceğimiz esaslı bir yön de varolmuş Leninist-Maoist modellerdeki pazar ekonomisi olmalıdır.     Kim ne derse desin pazar ekonomisi ister kapitalist ister sosyalist olarak adlandırılsın ki, Çin'li hainler Deng Siao-ping iktidarından -1978- bu yana sosyalist piyasa ekonomisinden bahsediyorlar, halbuki sosyalist piyasa ekonomisi özü itibarıyla kapitalist üretim ilişkilerinin, kapitalist üretim biçiminin hayat bulduğu ikinci alandır. Kapitalizmin hayat bulduğu birinci alan ÜCRETLİLİK SİSTEMİDİR. Pazar ekonomisi dediğimiz ise ancak ve ancak birinci alan varolduğu için varolmaktadır. Eğer ücretlilik sistemi kaldırılacak olursa ona bağlı olarak pazar ekonomisi de kalkmış olacaktır. Pazar ekonomisinin ne olduğunu uzun uzadıya izah etmeye gerek yoktur. Kısaca pazar ekonomisi, üretilen malın piyasaya sunulmasıdır. Üretilen malın alım ve satıma konu olmasıdır. Alım-satımın para yolu ile hüküm sürdüğü alandır, pazar ekonomisi veya piyasa ekonomisi. Sistem para-mal-para şeklinde işler. Pazar feodal toplumda da vardır ancak orada mal-para-mal şeklinde işler ve feodal sistemin özü ücretlilik sistemi ve bu sistemin işlemesiyle birlikte ürünün pazara sunulması değildir.    İster devlet tarafından, isterse bireysel üreticiler tarafından olsun pazara sürülen her mal, daha pazara sürülür sürülmez toplumu bıçakla ikiye böler gibi böler. Toplum, satın alan ve satan olarak ikiye bölünür. Müşteri ve tüccar; müşteri ve bireysel tüketici; bireysel üretici ve bireysel tüketici müşteri, devlet üretimi ve tüketici müşteri olarak bölünür.    Toplum satın alan ve satan olan bölünür. Toplum sunulanı satın alabilecek kadar paraya sahip olan ve satın alamayacak kadar az paraya sahip olan ve satın alamayacak kadar parası kıt olan olarak bölünür. Toplum kar eden ve kar ettiren olarak bölünür.

    Toplum para tasarrufuna yönelen ve yönelmeyen/yönelemeyen olarak bölünür. Toplum az kazanan ve çok kazanan olarak bölünür.
 VELHASIL TOPLUM BÖLÜNÜR. BUGÜNKÜ KADAR ACIMASIZ VE DERİN BİR BÖLÜNME OLMASA DA TOPLUM BÖLÜNMÜŞTÜR.

    Oysa, devrimci ideolojinin yönü toplumun bölünmesi şeklinde değildir. Aksine, kendinden önce bölünmüş olan toplumun olumsuz kanadını tasfiye ederek bu bölünmüşlüğe son vermektir. O nedenle devrimci ideolojinin bayrağına yazdığı şudur: "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!" şiarıdır. Ve devrimci ideolojinin çalışmaya ve iş yapmaya ilişkin olarak yerleştirdiği anlayış ne para kazanma temeline ne de çalışmayı ve işi görev olarak görme temeline dayanır. Çalışma ve iş üretme sorumluluğunun bilincinde olarak icra edilmesidir. Çalışma ve iş yeteneğin, zevkin ve sorumluluğun bir potada erimesi üç unsurun bir tek unsur haline gelmesidir. Bayrağa yazılan yetenek zevk ve sorumluluk üçlemesinden oluşan bir tek satırdır.
    Kapitalizmin hayat bulduğu birinci alanın "ÜCRETLİLİK SİSTEMİ" olduğunu belirtmiştik.    Bilindiği gibi ücretlilik sistemi ne köleci toplumun ne de feodal toplumun ürünü ve belkemiğidir. Ücretlilik sistemini doğuran ve onu sistemin önemli bir direği yapan kapitalizmdir. Bir ülkede devrim yapılsa dahi kapitalizmin belkemiği olan ücretlilik sistemi kaldırılmadıkça toplum yozlaşmaya ve sınıf ayrıcalıklarını da korumaya mahkumdur. Ancak sınıf ayrıcalıklarının bulunmadığı -sınıflar ortadan kaldırıldığı için- toplumdur, ücretlilik sisteminin bulunmadığı toplum. Ücretlilik sistemini kaldırdığınız an otomatikman pazar veya piyasa ekonomisini de kaldırmış oluyorsunuz. Dolayısıyla sınıfları ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Devletin  -proleter devlet- tekelci burjuvaziyi, milli burjuvaziyi ortadan kaldırması yetmez burjuvazinin tümünü küçük ve orta burjuvaziyi, köylülüğün tümünü ve proletaryayı da sınıf olarak ortadan kaldırması gerekmektedir. Bu ise ücretlilik sisteminin ortadan kaldırılması ile gerçekleşir.
    Bu konuda Marks şöyle der: " 'Adil bir işgücünün karşılığında adil bir ücret' biçimindeki tutucu bir slogan yerine bayrakları üzerine şu devrimci sloganı yazmalıdırlar: 'ücretlilik sisteminin kaldırılması' " Marks-Engels, Seçme Yazılar, Cilt 2, s.90     Kampuchea kollektivist sosyalist rejiminin kendinden önceki sosyalist rejimlerden önemli bir temel farkı bulunmaktadır. Önceki sosyalist rejimleri aşması da ifadesini bu temel farkta bulmaktadır. Bu temel fark sınıfların tamamen ortadan kaldırıldığı gerçeğidir. Bunun bize Felsefe Yolu açısından düşündürttüğü ne olmalıdır. Buna değinelim: Bilindiği üzere Marksist Felsefe Yolu'nun temel ilkesi karşıtların birliği, mücadelesi ve her birinin ortadan kalkması ile sonuçlanmasıdır. Bu temel ilkenin kendini ifade biçimlerinden biri belirleyen-belirlenen ilişkisidir. "Belirlenen"in çıkış noktası, kaynağı, yaratıcısı vardır, işte o'dur "belirleyen". Belirleyeni bulunmayan bir belirlenen yoktur. Her belirlenen bir belirleyeni var olduğu için vardır,  aksi halde varolamazdı. Her belirleyen-belirlenen karşıtlığı bir sürece sahiptir, bir zaman diliminde ömrünü sürdürür. İşte bu süreç temel çelişme sürecidir. Temel çelişme belirleyen ile belirlenen karşıtlığı arasındaki mücadelenin sürecidir. Temel çelişmeyi temel çelişme olmaktan çıkaran bu belirleyen-belirlenen karşıtlığının sona ermesidir. Bu sona erme olgusuna doğru teşhis koymalıyız. Çünkü aksi bir teşhis bizi yanılgılara sürükler. Belirleyen-belirlenen karşıtlığının mücadele halinde olduğu sürecin sona ermesi demek gerek belirleyenin gerekse belirlenenin ortadan kalkması demektir. Ondan sonra ne belirleyen vardır ne de belirlenen. İşte bizim karşıtların birliği ve mücadelesinden anladığımız budur. Karşıtların birlik ve mücadele halinde olmasının bir sonucu vardır. İşte bu sonuç iki karşıt kutbun ortadan kalktığı, varlığının sona erdiği durumdur. Şimdi Marksist Felsefe Yolu'nun tarihsel materyalist güzergahında bu ilkenin ne demek olduğuna bakalım. Köleci toplumun belirleyen ve belirlenen karşıtlığı nedir? Belirleyen köle sahipliğidir, belirlenen köleliktir. Köleci toplumun devrim yoluyla tasfiye edilmesi ne demektir? Elbette belirlenen kölenin belirleyen köle sahibini devrimci şiddet yoluyla iktidardan alaşağı etmesi ve köleci üretim biçimine son vermesidir. Artık ne köle sahibi vardır ne de köle. Ancak böyle bir devrim yaşanmamıştır. Feodal toplumun devrim yoluyla tasfiyesi ne demektir? Elbette belirlenen yoksul köylünün, belirleyen toprak sahibini devrimci şiddet yoluyla iktidardan alaşağı etmesi ve feodal üretim biçimine son vermesidir. Artık ne yoksul köylü vardır ne de feodal. Ancak böyle bir devrim yaşanmamıştır. Feodal toplumu yıkan o toplumun ezileni olan feodal köylülük tarafından gerçekleştirilmemiştir. O yüzden çelişki devrimci tarzda çözülmemiştir. Bir sömürücü sistemin yerini bir başka sömürücü sistem almıştır. Aynı şekilde köleci toplumu köleler yıkmamıştır, feodaller yıkmıştır ki, onlar da bir başka sömürü sistemi kurmuşlardır. Nihayetinde çelişki devrimci tarzda çözülmemiştir.

   Kapitalist toplumun devrim yoluyla tasfiye edilmesi ne demektir. Elbette belirlenen proleterin belirleyen kapitalisti devrimci şiddet yoluyla iktidardan alaşağı etmesidir. Ve kapitalist üretim biçimine son vermesidir. Artık ne kapitalist vardır ne de proleter. Böyle bir devrim yaşanmış mıdır? Tabii ki yaşanmıştır. Bunun örneği Kampuchea devrimidir. Peki, Sovyet-Çin-Arnavutluk-Bulgar-Vietnam-Küba-Polonya-Romanya vb. devrimler böyle bir devrim değiller midir?  O devrimler, bütün sınıfları ortadan kaldırmakla sonuçlanmamış olan devrimlerdir. Bu nedenle o devrimler  TAMAMLANMAMIŞ DEVRİM'lerdir. İşte biz TAMAMLANMAMIŞ DEVRİM ile TAMAMLANMIŞ DEVRİM’i birbirinden ayırıyoruz. Tamamlanmamış devrimler temel çelişmesi olan belirleyen-belirlenen karşıtlığını süreçten tam anlamıyla atmamış olan devrimlerdir. Ve işte bu nedenledir ki Mao Tse-toung proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesi tezini ortaya atmıştır. Büyük Proleter Kültür Devrimi'nin başlatılmasının da nedeni budur; devrimin tamamlanmamış olmasıdır. Geri dönüşün kaynağı da budur. Devrimin tamamlanmamış devrim olmasıdır.
   Tamamlanmış devrimin gerçekleştiği bir ülkede "kültür devrimi"ne ihtiyaç yoktur. Orada zaten alt yapı-üst yapı diyalektik bir bütün olarak dönüşüme uğramaktadır. Tamamlanmamış devrimde Kültür Devrimi, değişimi üst yapıda gerçekleştirmeyi hedeflerken alt yapıda bu durağan bir haldedir.    Tamamlanmış devrimden sonraki süreçte tabii ki toplumun ilerlemesi, toplumun gelişmesi söz konusu olacaktır. Özellikle solcularımızın budala kesimleri, dogmatikler, iman gücünden başka sermayesi olmayanlar adam edileceklerdir. Bizzat o dönemde onlar bunu kendileri yapmaya çalışacaklardır. Çünkü zaman ve yenilikler karşısında iyi niyetli insanlar bambaşka duygular içine girerler, o zamanlarda "insani"leşirler. Ancak iyi niyetli olmayanlar için yapılacak bir şey yoktur; onlar göz göre göre kendilerini "tanrısal olmayan cehenneme" atmışlardır. Azap ve acı onları beklemektedir.     Toplum, sınfların ortadan kaldırıldığı kollektivist sosyalist rejimde de ilerlemeler, gelişmeler kaydedecektir. Ancak bu ilerleme ve gelişmeler büyük ileri atılımlar şeklinde gerçekleşecek olan yoğun ve sistematik evrimler olacaktır. Toplum evrilerek gelişecektir. Toplum karşıtlık mantığı ile değil  " birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" mantığı ile gelişecektir. Toplum, komünist ahlak, komünist dayanışma, komünist değer yargılarının birleştirici atmosferinde evrilecek, böyle gelişecektir. Öğrendiğimiz budur, bildiğimiz budur, söylediğimiz budur.    Tekrar felsefe mantığına dönelim. Belirleyen nedir? Belirlenen nedir sorusunu yöneltelim kendimize. Belirlenen belirleyen olmadan ortaya çıkmayandır. Bu bir Marksist olarak düşünmenin temel ilkesidir. Düşünce ile madde arasındaki temel soruna, temel ilişkiye yaklaşımın, onu ele alışın ve değerlendirmenin de temel ilkesidir. Madde-düşünce temel ilişkisinde belirleyen madde, belirlenen düşüncedir. Bu nedenle bu iki ilke aynı zamanda birincil ile ikincil olanın saptanmasıdır. Biz düşüncelerimizi Muhammet'in, hayali/uyduruk tanrısından almıyoruz. Çünkü öyle bir maddi gerçeklik yoktur. Olmayan tanrıdan düşünce edinmek adı konulmamış bir delilik ya da üç kağıtçılık türüdür. Biz düşüncelerimizi maddi gerçeklikten, beynimiz ve duyu organlarımız sayesinde alıyoruz. Eğer maddi gerçeklik olmasaydı, bizim düşüncelerimiz de olmayacaktı. Bu nedenle maddi gerçeklik belirleyendir, düşüncelerimiz ise bu maddi gerçeklik tarafından ortaya çıkarılan, ondan kaynaklanan, ondan doğan belirlenenlerdir.    Uzlaşmaz karşıtlığın bir ifade biçimi olan belirleyen-belirlenen karşıtlığının devrim olgusu bakımından bize ne öğrettiğini görelim. Bugüne kadar iddia edilen burjuvazinin gençlik çağında devrimci olduğudur. Evet, bu doğrudur. Yarı ve yeni-sömürgelerdeki ulusal burjuvazinin de devrimci olduğudur. Onlar o zamanlar kendileri için devrimciydiler. Bugün, bu sona ermiştir. Artık emperyalizmin halkalarından ibaret dünyada ulusal burjuvazinin varlığı tarihte oynayacağı rol yedek güç bile olamayacak denli azalmıştır. Eski mantığa göre burjuvazinin gençliği, feodallere karşı devrimcidir. Feodallerin gençliği dönemi köle sahiplerine göre devrimcidir. Sınıfların tarihinin kronolojik tarihinin sıralanmasına göre tarihsel güzergahta önce ve sonra yer alışları bundan dolayı sonrakinin öncekini tarihten defetmesi ona devrimci karakter kazandırır mı? Evet, kazandırır bir gerici üretim biçiminden göreli olarak daha ileri olan bir biçime geçtiği için. Burada bir soru ile karşılaşıyoruz, o da şudur?
                                  **    **    **
         Sarsılan Güven
             1871-1975
        (Akıl, Duygu ve Toplum) -6-

Dünya Kapitalizminin İşleyişi,
Çelişkileri Ve Savunucuları Ve De Piyonları

     Dünya kapitalizmi, her üç kapitalist dünyada da görülmektedir. Birinci Dünya kapitalizmi, tekellerin kapitalizminin hakimiyetindedir. Gerek özel sermaye, gerekse devlet tekelleridir bunlar. ABD, Çin, Rusya'da bu tekelleri görebiliriz. İkinci Dünya'yı oluşturan İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya, İsviçre, İtalya, Kanada vb. ülkelerde de kapitalizm hakimiyetini sürdürmektedir. Üçüncü Dünya kapitalizminde de tekellere rastlamaktayız. Bu bir çelişki değil mi? Çünkü tekel olgusu emperyalizme özgüdür. Buradaki tekeller emperyalizmin uzantısı veya yoğunluklu olarak işbirlikçi/komprador konumdadırlar. Üçüncü Dünya her ne kadar emperyalizme, ekonomik, politik, askeri olarak bağlı ise de bu bağ kapitalizmi yaşatan bir bağdır. Yerli ve yabancı kapitalizmin işbirliğini ifade eden bir bağdır. Üçüncü Dünya'da sömürü de iki yönlüdür; hem yerli işbirlikçi yeni-komprador kapitalizm hem de yabancı kapitalizmin sömürüsü birlikte sürmektedir.
     Kapitalizmin bir özelliği de boyuna göre adım atmasıdır. Yani gücü (sermayesi) oranında ve içinde bulunduğu devletin güvencesi ve desteğinde adım atar. Bir Türk kapitalisti bir ABD kapitalisti derecesinde adım atamayacağı gibi ya onun desteğinde adım atar ya da içinde bulunduğu devletin desteğinde, bugün kapitalizmin-emperyalizmin attığı bu adımların bir adı da, daha doğrusu asıl adı ekonomik yayılmacılıktır. Yerli kapitalistlerin bir kısmını Çin'de, Rusya'da görebildiğiniz gibi, Üçüncü Dünya Ülkeleri olan Libya, Tunus, Irak, İran, Azerbaycan gibi ülkelerde de görebilirsiniz. Çünkü Türk kapitalizminin yaratıcıları zaten ABD ve Avrupa Birliği kapitalistleridir. Bugün canları yandığı için ABD ve AB'ye karşı çıkan bir kısım general eskiden gariban birer köylü çocuğuydu, çoğu da yamalı pantolonla geziyordu, onlar bugün köşklerde oturuyor, emir subaylarına sahipler, korumaları var, bir takım ihtiyaçları bedava olarak ordu evlerinden sağlanıyor ve emeklilik sonrası da birçok kamu kuruluşunun yönetim kurulunda da yer alabiliyor ve oralardan da iyi maaşlar alabiliyorsa bunu ABD ve AB emperyalizmine ve devrimin karşısına dikilen NATO ordularına borçludurlar. Hiçbiri vatan-millet masalı anlatmasın, hele o Osman Pamukoğlu, Erdal Sarızeybek gibi kara propaganda uzmanı emekli general ve albaylar halkın hayrına şehir şehir dolaşıp siyasal propaganda ve parti örgütlenmeleri yapmıyorlar. Onlar bugün apoletlerini bir kenara bırakarak sivilleşmiş faşistlerdir. Erdal Sarızeybek bugün MHP üyesidir ve diğer burjuva kanallar bile bu faşisti istemeyip dışlamıştır. Onun son durağı derin faşist Perinçek'in Ulusal Kanal'ı olmuştur. Pamukoğlu, Sarızeybek gibileri vatan bölünmesin sevdasındadır. Oysa vatan zaten bölünmüştür. Vatanın bölünme merkezleri her şehirde mevcuttur. Vatanı resmen bölen "TAPU DAİRELERİ" dir. Tapu Daireleri vatanı pafta, ada, parsel olarak bölmüştür. Fakir fukaranın "Tapu Daireleri"nde kayıtlı bir parseli yoktur. Parseller kompradorlar, toprak ağaları, ulusal burjuvalar vb. tarafından parsellenmiştir. Bu ülkede oturabilecek, başına sokabilecek bir evi bile olmayanın yani kirada oturanın vatanı olur mu? Hele asgari ücretle geçinmek zorundaysa "bu vatan" da 60 metrekarelik bir ev bile kiralayamaz. Pamaukoğlu'nun, Sarızeybek'in elinden maaşını alırsanız onları asgari ücretli birer TC vatandaşı haline getirirseniz, işte o zaman onlar vatan savunması değil vatanı parsellemiş olanlara karşı mücadele edeceklerdir. 

    Yerli kapitalizm, varlığını yabancı kapitalizme borçludur. Çünkü Türk kapitalizminin yaratıcıları zaten ABD ve Avrupa Birliği kapitalizmidir. Bu nedenle onlar Birinci ve İkinci Dünya kapitalizmiyle rekabet edemez. Çırak ustasıyla sidik yarıştıramaz. ABD kapitalizminin esas yaratıcıları da İspanyollar ve İngilizlerdir, ancak ABD'nin kurucuları onlardan kurtulmuş ve emperyalist güç ve hakimiyette de onları çoktan geçmiştir. Bu incelenmesi gereken bir konudur, kısmen de olsa ileriki yazılarımızda bu durumun istisnai karakterine değiniriz. Fakat yerli Türk, Yahudi, Ermeni, Kürt kapitalistleri ABD ve Avrupa Birliği izin verdiği ölçüde dış ülkelerde kapitalist yatırımlar anlamında varlıklarını sürdürebilirler.

     Kapitalizmin biri soyut, diğeri somut iki yasası vardır. Biri "eşit olamayan gelişme yasası", diğeri "artı-değer" sömürüsüdür. Eşit olmayan gelişme yasası uyarınca Birinci Dünya, Birinci Dünya'dır. İkinci Dünya, İkinci Dünya'dır. Üçüncü Dünya, Üçüncü Dünya'dır. Biri diğeri değildir. Biri diğeri olamaz. Olabilmesi dünya siyasal tablosunun değişmesine bağlıdır. Ya dünya savaşı, ya önemli derecede büyük devrimler bunu değiştirebilir. Çin'in Üçüncü Dünya ülkesi olması durumundan Birinci Dünya ülkesi durumuna gelmesi sosyalist rejimin yıkılıp- revizyonizmin/sosyalist maskeli açık ve devlet kapitalistlerinin 1976'da Mao Tse-toung'un ölmesi sonucu- iktidara gelmesi nedeniyledir.

    Siyasal partiler de gökten inmemişlerdir. Onlar da dünya kapitalizminin yarattığı siyasal araçlardır. Dünya kapitalizmi gelişmişlik veya devlete egemenlik durumuna göre bu partileri var eder veya yok eder. Hiç sanılmasın ki, Adnan Menderes istedi diye Demokrat Parti kuruldu ve onun devamı olan Demirel'in partisi Demirel siyasetten bıktığı için battı. Bütün bunlar kapitalizmin istekleri doğrultusunda varolmuş partilerdir. İç ve dış kapitalizmin ve Kürt toprak ağalarının ürünüdür; tüm sağcı partiler. CHP'sinden AKP'sine; AKP'sinden MHP'sine hepsi yerli ve yabancı kapitalizmin ve toprak ağalarının isteklerine olumlu cevap verdikleri için vardırlar.

     Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya'nın devrimci ve komünist partileri ise kapitalizme rağmen ve bizzat kapitalizme karşı vardırlar. Onların varlık amacı gerek ülkelerinde gerekse dünyada kapitalizmi ortadan kaldırmaktır.

    
Kapitalizmin istekleri ve bu istekleri yaratan tarihi zorunluluklar bazen çok partili bazen tek partili rejimin tercihi yönündedir. Soğuk Savaş döneminin tek partili darbe dönemi rejimleri bu türdendir. Kemal'in tek partili Cumhuriyet rejimi iktidarı padişah yanlısı dinci-gericilere veya devrimcilere kaptırmamak için ileri sürdüğü bir rejimdir.
    Kapitalizm ne tekelci olmadan yaşayabilir ne de liberal olmadan yaşayabilir. Kapitalizmin döneme göre büründüğü ve sürdürdüğü iki farklı karakter biçimidir tekelci ve liberal karakter. Bunu kapitalizmin sadece ekonomisinde değil politikasında, ahlakında, kültüründe,  hukukunda vb. görebiliriz.      Bizlere ve Avrupalılara iki bin yıldır öğretilen yanlış bilinç; tekçi bilinçtir. İslam, Hristiyanlık  tekçi bilince dayanır. Tekçi bilinç, tek tanrıcı, tek fikirci, tek yasacı, tek hükümcü, tek düşünceci, tek ahlakçıdır. Museviliği de dahil ettiğimizde bu dört-beş bin yıldır devam eden, ancak azalarak, yok olarak, süregelen bir bilinçtir.

    Kapitalizmin doğuşu bu tekçi bilince karşı olmuştur. Her ne kadar kapitalizm "dünyanın bundan böyle tanrısı benim" dese de kapitalizm çokluğu içinde barındırmaktadır. Ancak kapitalizmin genel tarihsel eğilimi tekliğe "tekel"e doğrudur. Ülkede "tekel", dünyada "tekel"... İşte bu tekelleşme zihniyeti ve olgusu (hem objektif hem de sübjektif bir gerçekliktir) onu çokçuluktan uzaklaştırıp onun mahvını hazırlayacak olandır. Çünkü "tekel" gericilik, "tekel" hegemonya, "tekel" rakip tanımama, "tekel" tek tanrıcılık oynamadır. Bu anlamda liberalizm tekelciliğe veya tekelci devlet kapitalizmine göre ilericidir. Dolayısıyla özelleştirmeler birçok devrimci tarafından gericilik olarak görülmesine rağmen özelleştirme yani liberalizm devlet kapitalizminin ilkel üretimine ve devasa devlet baskısına ve devlet malının savunulması anlamında milliyetçiliğin körüklenmesi karşısında devlet tekelciliğine karşı özelleştirme ilericiliktir. Devrimciler kapitalizme karşı mücadele ederler ancak unutulmamalıdır ki kapitalizm, içinde yaşanılan devletle özdeşleşmiştir; kapitalizme karşı olmak devlete karşı olmaktan başka birşey değildir. Bu nedenledir ki Kemalistler kapitalizme karşı değillerdir; çünkü o zaman kapitalist devlete karşı olmak zorundadırlar. Kapitalist devlet de Kemal'in burjuva Cumhuriyeti'nden başka bir şey değildir. Derin devletin adamları Perinçek ve partisi ile onun kuyruğuna takılmış emekli generaller, albaylar, binbaşılar "Cumhuriyet'te birleştik", "Atatürk'te birleştik" diyorlar. Cumhuriyet bu kapitalist rejimin yönetim biçimidir yani bu kapitalist rejimde halkı kapitalist sömürü mekanizması içinde sömürmek için birleştik demektedirler. "Atatürk'te birleştik" diyorlar, Atatürk kimdir? İçinde bulunduğumuz kapitalist devletin kurucusu askeri bürokrat bir şahıs değil midir? Türk ve Kürt halkına kapitalist sömürü rejimini layık görmemiş midir? Bu nedenledir ki proletarya devrimcileri gerek dinci-sömürgeci rejime ki, o da kapitalizmin bir türevi haline gelmiştir. Gerekse burjuva Kemal'in kapitalizmini savunan kapitalist Cumhuriyette ısrar eden sahte solcu ve derin faşistlere karşı mücadele etmek zorundadırlar.
                       **    **    **
       Sarsılan Güven  
          1871-1975
       (Akıl, Duygu,Toplum) -7-

     Türkiye'de kapitalizm ve emperyalizmden çok söz edilmiş ancak bu daha ziyade propaganda ve ajitasyon düzleminde kalmıştır. Bunu örgütler düzleminde söylüyorum. Türkiye'de örgütler ve partiler düzleminde teorik ve politik anlamda dört başı mamur kapitalizm-emperyalizm tahlili yapılmamıştır. Bazı duyarlı devrimci şahsiyetlerin ve eskiden Tüm İktisatçılar Birliği'nin bu konuda yayınları olmuştur. Genel anlamda olumlu yayınlardır bunlar.
     Türkiye'de emperyalizme oldukça fazla vurgu yapılmıştır. Ancak bu hep soyut düzlemde kalmıştır. Somutta, Türkiye'de emperyalizm nedir? İşte somutta bunun üzerinde esaslı çalışılmamıştır. Emperyalizmi nerelerde, kimlerde somutlayabiliriz? Bunu yazan, bunu gösteren çok az sayıda (bireysel) entellektüel çıkmıştır.

     Türkiye'yi kurtaracağı iddiasında olan hiçbir devrimci örgüt ve parti bunu yapmamıştır. Çünkü önderleri o düzeyde değildir.
     Eskilerden söz etmiyorum. Eskiler derken 68 Kuşağı'dır kastettiğim. Daha 23-24'ünde katledilen gençlerden elbette bunu sorumlu tutamayız. Sorumlu tutmadığımız oranda da aşırı övgülere gark ederek devrimci teorinin gelişiminin önünü tıkamayalım. Övgücüler ve ibadet anlayışıyla devrimcilik yapanlar devraldıkları teoriyi bu anlamda da geliştirmemişlerdir.

     Mahir Çayan'ın Kesintisiz Devrim başlıklı yazılarında kapitalizm-emperyalizm sorununa teorik-siyasal-konjonktürel anlamda değinilmiştir. Hatta 1970'li yılların ortalarından itibaren az çok tez niteliği taşıyan bu saptamalar ki, onlar Latin Amerikalı orta yolcu devrimcilerden (Ne Sovyet modern revizyonizmini ne de Mao çizgisini savunmayan ikisi arasında bir yol izleyen devrimcilere o günlerde "orta yolcu" denirdi.) almıştır. Ancak bu tezler dayanıklı çıkmamıştır. Yirmi yıllık pratik içinde tamamen geçerliliğini kaybetmiştir. Bu tezleri kısaca şöyle özetleyebiliriz:
    1) İkinci paylaşım savaşı sonrası dev sosyalist blok oluşmuştur. Ancak bu blok revizyonistler tarafından yönetilmektedir.     2) Emperyalistler entegrasyona gitmiştir. Emperyalist savaş artık kaçınılmaz olmaktan çıkmıştır.     3) Emperyalizm iç olgu haline gelmiştir. Emperyalizm ile işbirlikçileri arasında uzlaşmaz çelişmeler kalmamıştır.
    4) Toprak ağalığı oligarşinin önemli bir unsurudur. 
    5) Bürokrat kapitalist TC devletinin temsilcisi olarak nitelemeleri gereken bürokrat burjuva Kemal'i "küçük burjuva radikalizminin temsilcisi" saymıştır.
     Teorik yanılgılar olabilir, siyasi yanılgılar olabilir ama teori ve politikayı götüren, taşıyan ruhu onu bütünleyen ruhu da hesaba katmalıyız. İşte o devrimci ruh gerek Mahir Çayan ve arkadaşlarında gerekse Deniz Gezmiş ve çevresinde mevcuttur.     Lenin ve Stalin teorik ve politik yanılgıları olanları hep dışlamıştır. Ben şahsen bu düşüncede değilim. Bu belki de onların teorik bakış açılarından ziyade Rus ve Tatar ve de Gürcü geleneklerinden tam anlamıyla kurtulamamış olmaktan ileri gelen bir tutumdur. Neden böyle söylüyorum? Bir Rus'un altını kazırsanız ortaya bir Tatar zihniyeti çıkar. Bir Tatar zihniyeti dünyanın gelmiş geçmiş en ilkel, en acımasız, en kalleş, en vicdansız, en karaktersiz, en vahşi ve hayvani ve evrimi bile en geç gerçekleşebilecek olan insan zihniyetini temsil eder. Tam olarak benim kullandığım kelimelerle olmasa da benzerini Marks ileri sürmektedir. Gürcü ve Laz gibi benzeri zihniyetler de her zaman güçlüye boyun eğen, güçlüden yana tavır alan zihniyettir. Gürcü ve Lazların bulunduğu bölgeler Sasaniler tarafından işgal edildiğinde bu "insan"lar derhal Müslümanlığı kabul etmişler, ardından Bizans saldırısına maruz kaldıklarında derhal Hristiyanlığa geçmişlerdir. Demirel güçlü ise Demirelci, Özal güçlü ise Özalcı, Tayyip güçlü ise topyekün Tayyipçi olmuşlardır. Böyle belkemiksiz bir ruh hali, böyle kişiliksiz bir tarihsel tavır başka hangi etnisitelerde görülmüştür. Elbette amacımız ulusları veya etnisiteleri aşağılamak, küçümsemek değil; yaptığımız yalnızca tarihsel gerçeklere değinmektir.     Tekrar konumuza dönelim.     Teorik ve politik yanılgıları olsa da devrimci ruh taşıyan, kapitalist-emperyalist sistemin zulmüne uğrayan, hatta o sistem tarafından katledilen insanlar bizim insanlarımızdır.      Bence bir insanı sahiplenip sahiplenmemenin tek koşulu kapitalist-emperyalist sistem ile olan çelişkisinde o kişinin emperyalist -kapitalistlerden birinin yanında mı yoksa genel anlamda halkların, özel anlamda devrimci proletaryanın yanında yer alıp almadığıdır.     Sovyet ve Avrupa devrimleri bu anlamda yanlışlıklar yaparak birçok devrimciye karşı yanlış kararlar vermiş, yanlış davranmış, dolayısıyla dünya halklarının da gözünde prestij kaybına uğramıştır.     Türkiyeli devrimciler tarafından neden doğru düzgün bir Türk kapitalizmi tahlili yapılmamıştır?    1) Türkiye için yarı-feodal, yarı-sömürge terimleri ile durum geçiştirilmiştir. Oysa yarı-feodallik bizden ziyade Kürtlerin sorunudur. Kürt devrimcilerinin çözeceği sorundur.    2) İşbirlikçi kapitalizm, komprador kapitalizm, hatta işbirlikçi tekelci kapitalizmden söz edilmiş ama bunların bağı, bağlantısı, ekonomik gücü, devlette olan ağırlığı ortaya konulmamıştır.    3) TC ordusunun 1950'lerin başından itibaren ABD ve Avrupa Birliği güdümündeki eli kanlı NATO örgütünün bir uzantısı olduğu ve bunun da emperyalist-kapitalist sistemin askeri kanadı demek olduğu sistemli olarak gündemde tutulmamıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin NATO'suna karşı çıkmanın aynı zamanda TC ordusuna karşı çıkmak anlamına geldiği belirtilmemiştir. "6. Filo Defol " diyen devrimci gençlik 6. Filo'nun TC ordusu gibi bir NATO gücü olduğunu görememiştir. O nedenle "NATO generalleri defolsun !" dememiştir.     4 ) Özellikle bürokrat kapitalizmden söz edilmemeye özen gösterilmiştir. Bürokrat kapitalizm yani devlet kapitalizmi ve onun iktisadi kuruluşları olan Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT'ler) adeta halkın malı zannedilmiştir. Bu Marksist ekonomi-politik bilgisinin yetersizliğinden kaynaklandığı gibi, söz konusu KİT'lerin birçoğunun Lenin, Stalin döneminde Ruslar tarafından kurulmuş olması nedeniyledir. Bu şekilde ekonomik olarak emperyalizme karşı duran bir Türkiye yaratacaklarını zanneden Lenin ve Stalin'in yanılgıları ancak iş işten geçtikten sonra anlaşılmıştır.     Bürokrat kapitalizmin KİT'lerinden en çok faydalananlar Menderes-Demirel-Türkeş faşistleri olmuştur. Demirel yandaşı olan birçok köylüyü niteliğine bakmadan bu kurumlara yerleştirmiş oraları oy deposu haline getirmiştir.      Özellikle askeri bürokrat kapitalizmin simgesi olan OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu ) ayrıntılı olarak sadece Prof. Dr. Taha Parla tarafından incelenmiştir.      Aslında Vehbi Koç'a kadar Türk kapitalizmi varolmamıştır. Bürokrat kapitalizm ise Burjuva Kemal öncesine Jön Türklere kadar uzanır ki, o zamanlar Osmanlı'nın üst yapıdaki feodalitesi de iyice çürümüş, kokuşmuş ve kapitalizm ilk meyvalarını bürokrat tarzda Jön Türklerle vermiştir. Ermeni, Yahudi, hatta Türk sermayedarları (kapitalist olmayan feodal dönemin sermaye sahipleri) Osmanlı döneminde de vardır. Fakat bunlar feodal dönemin ticaret sermayesidir. Kapitalist anlamda bir sermayedarlık söz konusu değildir. Kapitalizmin doğuşunu müjdeleyen manifaktür üretim yapan işyerleri Osmanlı'da da vardır, ancak mülkiyet sahipleri Türkler değildir.     Bugün bile dünyanın dört bir yanına yayılmış olmasına rağmen kapitalizmin ne demek olduğunu bilmeyen insanlar vardır.     TKP ve Mustafa Suphilerin katli aklıma geldikçe Dostoyevski'nin "Ölü Bir Evden Hatıralar" adlı romanında yer alan şu pasaj çağrışım yaparak aklıma geliyor:     "Gece epey ilerlemişti. Saat on ikiye geliyordu. Bir aralık dalmış, ama birden uyanmıştım. Uzakta duran idare kandilinin ufacık kör ışığı koğuşu zar zor aydınlatıyordu. Hemen herkes uyuyordu. Ustyantzev bile uyanık değildi. Koğuşun sessizliği içinde, ağır, zahmetli soluyuşu, her solukta boğazına toplanmış balgamın horultusu duyulmaktaydı."     Mustafa Suphiler birçok şeyi aydınlatabilirdi, aydınlatamadılar, ömürleri yetmedi; katledildiler.     İbrahim Kaypakkaya birçok şeyi aydınlatabilirdi, ömrü yetmedi; katledildi.      Onlar "İdare kandilinin ufacık kör ışığı" misali ülkeyi zar zor aydınlatıyordu. Hemen herkes uyuyordu, o zamanlar, müsaade etmediler güçlü bir yanışa, güçlü bir uyanışa...
                         
         Sarsılan Güven                        
            1871-1975

       (Akıl, Duygu ve Toplum)-8-

Devlet Ve Burjuvazi

  Burjuva devlet "burjuvazi için"dir. Burjuvazinin tüm çıkarlarını savunur. Geleceğini üretir, geçmişini hep temiz gösterir. Burjuvaziyi hukuki, askeri, siyasi, ekonomik anlamda koruduğu gibi, onu her gün yeniden üretir. Burjuva devlet, burjuva aydın üretir, üretilen burjuva aydın, onun okullarında -bu okullar devlet okulu olduğu gibi özel okul da olabilir-  toplumun çeşitli sınıflarından çocuklarını bilgi, kültür, ahlak olarak "devlete yakışır" bir nitelikte donatır. Aksi taktirde davranan "devlet aydını" olmaktan çıkmıştır. O artık bir entellektüeldir.

     Burjuva devletin bir değil iki pazarı vardır. Biri iç pazar, diğeri dış pazardır. Pazar burjuva devletin ekonomik varlığının olmazsa olmazlarındandır. Orada bir değişim yaşanır. Mal, paraya; para, mala dönüşür. Burjuvazinin iç pazarı onun sahip olduğu ülkedir. Dış pazar ise diğer burjuvaların sahip olduğu ülkelerdir.
    Bu anlamda tarihin bize gösterdiği şudur: Burjuva burjuvanın malına ve yine burjuva burjuvanın parasına muhtaçtır. Burjuvazinin pazarında iki burjuva karşılaşır; biri sermaye burjuvazisi diğeri ticaret burjuvazisi bu sözünü ettiğimiz pazar tam anlamıyla burjuvazinin buluştuğu bir pazardır. Bu tüketiciye yönelik değil ticarete yönelik "toptan" bir pazardır. Burjuvazinin tüketiciye yönelik pazarında ise proletarya, köylülük, bürokrat burjuvadan, küçük burjuvaya kadar her tür burjuva işlem yapar. Bu pazarda üreten burjuva olduğu gibi tüccar burjuva da malı paraya dönüştürmek üzere bulunur. Ve yine pazarın ekonomik kuralları yine devletin ilan edilmiş ve ilan edilmemiş, geleneksel yasaları tarafından belirlenir.     Bir burjuva devlette bir tek kapitalist tipi yoktur. Birçok kapitalist tipi vardır. Bu birçok kapitalist arasında da birçok çelişki vardır. Devlet en güçlü burjuvaların avuçları içindedir. Ülkede güçlü kapitalistler yoksa, devlet en güçlü bürokrasinin avuçları arasındadır. En güçlü bürokrasi ise zaptedilen ve zaptedilemeyen olmak üzere askeri bürokrasidir. Askeri bürokrasi kapitalizmin güçlü olmadığı ülkelerde egemen-hegemonik güçtür. Ancak kapitalizmin güçlü olduğu ülkelerde askeri bürokrasi, memur statüsündedir. O durumda görevini yapmakla yükümlü bir bürokrattan öte bir şey değildir.     Diğer bürokratlar gibi askeri bürokratlar da burjuvaziye -devlet burjuvazisi- dahildir. Ancak onlar kapitalist değildir. Kapitalist değildir fakat, kapitalist devletin hizmetkarı birer burjuva unsurdur, onlar.     Dünyanın kapitalist-emperyalist bir sistem haline gelmesi sonucu iki tip ülke ortaya çıkmıştır. Birinci tip ülke ezen ülke tipidir. Ezen ülke tipinin burjuvazisi de ezen burjuvazi olarak, tekelci burjuvazidir. Emperyalist ülkenin egemen burjuvazisi tekelci burjuvaziden başkası olamaz. Bir de ezilen ülkeler vardır. Bu ülkelerde burjuvazi eskiden komprador nitelikteydi hatta komprador burjuvazi çok cılız ise bu komprador statü, komprador işlev bizzat devletin bürokrasisi tarafından üstleniliyordu. İkinci Emperyalist Dünya Savaşı sonucu dünyayı yeniden şekillendiren ABD emperyalizmi çeşitli ülkelerde (ezilen ülkeler) komprador burjuvaziye yeni-komprador burjuva özelliği kazandırdı. Yeni-komprador burjuvazi süreç içinde ülkedeki egemen burjuva sınıf haline getirildi. Şayet o denli güçlü değilse bu rol askeri bürokrat burjuvazinin yönetiminde sivil bürokrasi tarafından devlet kapitalizminin temsilcilerine verildi. Ancak bu bir geçicilik arz ediyordu, makam sahibine teslim edilecekti. Teslim etmeyen burjuva için, kan, gözyaşı, acı, cezaevi yaşantısı vb. felaketler onu bekliyordu.      Kapitalizmin ve emperyalizmin düşünüş biçimi "pragmatizm"dir. Ancak her toplumsal yapı gibi (ki burada kastettiğimiz zaten kapitalist toplumsal yapıdır) onun önemli bir tarihsel eğilimi vardır. Bu "genişleme" eğilimidir. Bu tarihsel eğilim içinde ortaya çıkan bir yön de "tekel"e doğrudur. Bu kapitalizmin ekonomik anlamdaki tarihsel yönünü gösterir. Diğer yön ise "liberalizm"e doğrudur. Evet, burada büyük bir çelişki söz konusudur. Eğer tarihsel eğilim "tekel"e doğru iken, politik eğilim de anti-liberal ise söz konusu kapitalist toplum bir "savaş sürecinde" veya "savaşa hazırlanıyor" demektir. Nitekim 1945 -1990 arasının "Soğuk Savaş" dönemi buydu. 1990 sonrası adım adım politik tarihsel eğilim "anti-liberalizm"den neo-liberalizme yöneldi.      Kapitalist burjuvazi ile kapitalist olmayan bürokrat burjuvazi arasında zorunlu bir birlik olduğu gibi zorunlu çelişkiler de vardır. Hatta kapitalist burjuvazinin içinde de kapitalist olmakla birlikte farklı kapitalist burjuvalar vardır. Sanayiciler, tüccarlar, parababaları, rantiyeler, küçük esnaf, bankacılar vb. Bunların arasında da çeşitli çelişkiler vardır. Tüm bunlar, tüm farklılıklarına rağmen "burjuva devlet" denilen canavarın organları halindedirler. Devlet bir örgütlü mekanizmadır. Bu bakımdan canavarlığı daha korkunç ve daha gizlenebilir haldedir.     Devlet çok güçlüyse veya kuruluş aşamasındaysa korkunçlaşır, canavarlaşır. Vahşi bir hayvan halini alır. ABD emperyalizminin dünyanın dört bir yanına hegemonyacı amaçlarla saldırması, vahşi bir hayvan halini alması onun ekonomik ve askeri anlamda güçlü olmasındandır.      Devletin kuruluş aşamasındaki canavarlaşması da devlet hangi sınıfın devleti olarak kuruluyorsa, kendinden önceki sınıfları ve o sınıfların temsilcilerini ve kurumlarını ortadan kaldırmak zorunda olduğundan dolayı meydana gelen bir canavarlaşmadır.
                         **    **    **
         Sarsılan Güven  
            1871-1975  
         (Akıl, Duygu ve Toplum)-9-

 
Emperyalist-Kapitalist Sömürü

     Emperyalist-kapitalist sömürüyü diğer sınıflı toplum sömürü biçimlerinden ayıran temel özellik, bu sömürü biçiminin artı-değer'e dayanmasıdır. Artı-değer sömürüsü sadece kapitalist toplumda vardır. Artı-değer sömürüsünde işçi ile işveren daha doğrusu üretim araçlarından yoksun olan ve bu yüzden emeğini satarak geçimini sağlayan (işçi) ile üretim araçlarına sahip olan ve sahip olduğu üretim araçları ile işçi sayesinde üretimde bulunan patron, işveren arasındaki ilişki artı-değer sömürüsünün ortaya çıkmasına yol açar. Tüm mesele buradadır. Tohum budur. Bu tohumun gelişmesi, büyümesi her şeyi daha net daha berrak ortaya çıkarır. Bu tohumun içinde saklı olan iki karşıt kutuptur, üretim araçlarının sahipliği ve üretim araçlarından yoksunluk ve sadece emek satıcısı durumunda olanın varlığının karşıtlığı saklıdır. Üretim araçlarının sahipliği kişi olduğu gibi devlet de olabilir. Ancak gerek kişinin gerekse devletin karşısındaki kişi tektir. O proletaryadır. Proletarya ile kapitalist şahsı veya kapitalist devleti iki karşıt kutup halinde tutan bir sistem vardır. Bu sistem ÜCRETLİLİK SİSTEMİ'dir. İşte artı-değer sömürüsü bu sistem sürdüğü için sürer. Üretilen her metanın bir maliyet bedeli vardır. Satış fiyatından üretim bedelini çıkardığınızda ortaya üretim araçları sahibine kalan "kar" kalır. İşte bu "kar" ödenmemiş emek sonucu elde edilmiş olan "kar"dır. Proletarya patrona veya devlete kendini-emeğini saat olarak, gün olarak, ay olarak satar. İşte bu satışla birlikte sistem kurulmuş olur. ÜCRETLİLİK SİSTEMİ ve onun sonucu artı-değer sömürüsü veya bunu tersten de okuyabiliriz artı-değer sömürüsü ilişkisi ve bunu hayata geçiren "ücretlilik sistemi". Yani yumurta tavuktan çıkmaktadır ve de tavuk yumurtadan çıkmaktadır. Her bir süreç birbirini izler.
     Kapitalist tohumun varolduktan sonra varlığını sürdürüşünün temel özelliği onun genişleyen-yayılmacı özelliğe sahip olmasındadır. Kapitalizmi kapitalizm yapan ona varlığını sürdürten temel ilke, onun genişleyen özelliğidir. Bu genişleyen özellik nedeniyle sistem haline gelir. Bu genişleyen özellik nedeniyle yayılmacıdır. Bu genişleyen özellik, eşit olmayan gelişme yasası ile karşılaştığında birbirine memnuniyetle sarılır. Eşit olmayan gelişme yasası kapitalizmin genişleyen özelliğine güç katar. Önemli bir boyut katar. Zaten genişleyen kapitalizm verdiği görüntü itibarıyla boyutlanan kapitalizmdir. Öyle bir boyutlanma ki hiç umulmadık alanlara kadar uzanır, oralara yerleşir, oralara egemenliğini götürür. Genişleyen kapitalizm genişlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırma eğiliminde ve girişimindedir.                         
    Feodalizmi, soyluluğu, krallığı, padişahlığı, peygamberliği ortadan kaldırır veya onları etkisizleştirir veya da kendisine hizmet etmesi şartıyla onun varlığına belli bir dönem göz yumar. Soğuk Savaş döneminde göz yumduğu Kuzey Afrika'nın aşiretlerini, darbeci subaylarını, prenslerini bugün yıkıp geçiyor. Ergenekon sürecinin başlaması Perinçeklerin, Dalanların, İlhan Selçukların, Pamukoğlunun, Sarızeybeklerin, Beyaz Hocaların, Muzaffer Tekinlerin, Veli Küçüklerin ve Ay Işığı, Sarıkız, Yakamoz  darbecilerinin, Balyoz Davası sanıklarının, TC hapishanelerini doldurması, bir zamanlar egemen ve yargılayan konumdan yargılanan konuma düşmeleri bu nedenledir. Emperyalist-kapitalist sistem yeni bir dönem başlattı. Sovyet modern revizyonizminin Gorbaçovlarla birlikte açık kapitalizme geçmeleri, "sahte sosyalizm"lerinden vazgeçmelerinin ardından. Ve artık eski dönemin, ister aktörlerine deyin, isterse işbirlikçilerine deyin ihtiyaç duymuyor. Ancak onlar eski Soğuk Savaş koşullarından vazgeçmek istemiyorlar ve "Ergenekon Yeniden Yapılanma" belgeleriyle eskiyi yeniden devam ettirmek istiyorlardı. Ancak düşündükleri değil düşünmek bile istemedikleri oldu. Darbeciye, JİTEM'ciye, "Görev İcabı Solculuk" yapana, ve Soğuk Savaş döneminde derin devletin hizmetinde olup eski görevlerini aynı şekilde devam ettirmek isteyen "aydın",  "gazeteci",  "belediye başkanı",  "yazar"  ve benzerleri için yeni dönem, bir kabus dönemiydi. Kimi itibarını kaybettiğinden moralman çöktü, kimi intihar yolunu seçti, kimi kuyruğunu dik tutmaya çalışıyor ama ABD-AB-NATO'nun kuyruklarına bağladığı tava kuyruğun dik tutulmasına engel oluyor.  
    Tekrar konumuza dönelim.
    Bu kapitalizmin kendinden önceki sömürücü sınıflara ve onların siyasal temsilcilerine karşı olduğu gibi, kendisi gibi kapitalist-emperyalist ülke sermayedarlarına veya o ülkelerin politik temsilcilerine karşı da aynı özelliği gösterir. Bilim ve teknolojinin de kapitalizmin hizmetinde oluşu onun genişlemeci özelliğine güç katar.      Şimdi aşağıda okuyacağınız yazıyı Tüm İktisatçılar Birliği'nin 1974 -1980 arasındaki yayınlarından yararlanarak kaleme aldım. Konumuzla bağlantılı hatta konumuzu daha derinleştici özellikler taşıması nedeniyle yukarıdaki yazımın devamı sayıyorum.      Emperyalist sömürü "tekelci sermaye"nin sömürüsüdür. Emperyalist sömürü emperyalist ülkenin içinde gerçekleştirdiği gibi bir başka emperyalist ülkede de gerçekleşir. Bununla birlikte emperyalist sömürü az gelişmiş, gelişmemiş, sanayileşmemiş, yarı-sömürge, yeni-sömürge, olarak adlandırılan Üçüncü Dünya ülkelerinde daha yoğun olarak sürer. Üçüncü Dünya, emperyalist sömürü mekanizması için bulunmaz nimettir.     Bu neden böyledir:     * Çünkü Üçüncü Dünya ülkelerinde üretilen mal ve hizmetlerin değerlerinin altında fiyatlarla satın alınması söz konusudur.    * Üçüncü Dünya, ucuz hammadde kaynağıdır.    * Üçüncü Dünya'da küçük üreticilerin ürünleri büyük ticari firmalar tarafından onların istediği fiyatta piyasaya sürülmektedir.    * Üçüncü Dünya, yoğun bir işsizlikle karşı karşıya bulunduğundan, bu ülkelerdeki ucuz işgücü, yabancı işçi akımı olarak değerlendirilmektedir.    * Malın satıcısı olan emperyalist ülkenin tekeli sattığı malı mümkün olduğu kadar yüksek bir fiyatla satmaktadır.    * Emperyalizm, tekniğin, bilimin gelişmesine paralel olarak daha geniş alana yayılmakta, daha yoğun bir ilişki içine girmektedir. Bu ilişkiler hizmet ve bilgi satışı şeklinde gerçekleşmektedir.

   * Emperyalist mekanizmanın önemli bir hizmet alanı "ulaştırma"dır. Ulaştırma deniz filoları şeklinde yapılabildiği gibi kara ve hava taşımacılığı şeklinde de yapılıyor. Ve bu emperyalist tekellere önemli karlar sağlıyor.
     * Üçüncü Dünya emperyalist mekanizma için önemli bir doğal kaynaklar yatağıdır. Çeşitli madenler, çeşitli işbirlikçi şirketlerle ortaklıklar kurularak ele geçirilmekte veya 40-50 yıl gibi sürelerle yabancı tekellere işletmeye verilmektedir.    * "Bilindiği gibi eskiden uluslararası kapitalizm geri kalmış ülkelerin hep geri kalmalarını, hiç sanayileşmemelerini istiyordu. Ancak çağdaş anlamda, yatırım mallarını sanayilerini kurarak, yerli teknolojilerini geliştirerek sanayileşmelerini değil fakat kendi ürettiği makina teçhizatın kullanılmasına olanak tanıyan, kendisinin ulaşmış olduğu teknoloji seviyesinde artık uğraşılmasını gereksiz bulduğu, örneğin tüketim malları sanayiinin kurulması yönünde sanayileşmelerini istemektedir. İşte bu nedenlerle son yıllarda gelişmiş kapitalist ülkelerin az gelişmiş ülkelerdeki sanayi yatırımlarının payı giderek artmaktadır. "Bu yatırımlar az gelişmiş ülkelerde eskiden komprador burjuvazi niteliğinde olan işbirlikçi burjuvazinin yerli tekelci burjuvazi haline dönüştürülmesi sonucu ortaklaşa olarak gerçekleştirilmektedir. Bu ortaklıkların ürünleri değerlerinin üstünde fiyatlarla pazarlanmakta, günlük yaşamın her anında tekelci sermayenin tekel fiyatları aracılığıyla uygulandığı sömürü egemen olmaktadır. Türkiye'den verilecek birkaç örnek bu şirketlerin karlarının boyutları hakkında fikir vermeye yeterlidir.      "Maliye Bakanlığı tarafından yapılmış bir incelemeye göre, 1955 yılında 4,6 milyon lira sermaye ile kurulan Türk Philips A.Ş.'nin (sermayesinin% 99'u çokuluslu Philips şirketine aittir.1960 -1961 yılları arasındaki toplam karı 28 milyon 608 liradır. 1952 yılında 5 milyon lira sermaye ile kurulan Unilever-İş Türk Ticaret ve Sanayi Ltd. şirketi (sermayesinin % 80'i İngiliz ve Hollanda ortak yatırımı olan dünyanın en büyük olan çokuluslu tekellerinden Unilever,% 20'si Türkiye İş Bankası'na aittir.) 1954 -1962 yılları arasındaki dönemde (1960 yılı hariç 8 yıl) 123 milyon 294 lira kar elde etmiştir. İsmi verilmeyen ve yabancı sermaye oranı % 71 olan bir ilaç fabrikası 1951 yılında 2,8 milyon lira sermaye ile faaliyete geçmiş ve 1962 yılı sonuna kadar 634 bin lira kar etmiştir. "   [(Emperyalizm ve Türkiye, Seçme Yazılar, s.22, PatikaYayınları, Birinci Baskı: Ağustos 1989) (Daha önce 1974 -1980 arasında Tüm İktisatçılar Birliği yayını olarak çıkmıştır.) ]

      * Pazarlama şirketlerinin yerli işbirlikçiler ile ortak kurulması yolu da sömürü mekanizmasının dahilindedir. Örneğin, petrol ürünlerinin pazarlanması. BP, Mobil, Oil gibi şirketlerin kurulması yoluyla... Ünlü markalar yaratarak Coca-Cola, Pepsi Cola, Hamburger vb. gibi.
      * Banka ve sigortacılık alanı bir başka önemli kar alanıdır.       * Üçüncü Dünya ülkelerinin Birinci ve İkinci Dünya'dan borç alması bu yolla da sömürülmesi. Borç mekanizması. "İki temel nedene dayanır. 1) Finansman sorunu 2) Uluslarası likidite sorunu. "Finansman sorunu ile kastedilen, belli yatırımların gerçekleştirilmesi için ülkede yeterli sermaye birikiminin olmaması nedeniyle yabancı ülkelerden kaynak aktarımının gerçekleştirilmesidir. "Uluslararası likidite sorunu ise çeşitli ülkelerin değişik para birimleri kullanmalarının bir sonucudur. ABD'de Türk Lirası değil, dolar geçerlidir. Bu nedenle bu ülkeden mal satın alabilmek için dolar veya diğer güçlü emperyalist ülkelerin paraları gereklidir." (Age, s.24)       * Üçüncü Dünya ülkelerine silah satışları ise dörtlü bir yöne sahiptir. Birinci bakımdan, bu bir ekonomik ilişki biçimidir. İkinci bakımdan silah sanayii anlamında emperyalist kapitalist sisteme bağımlı bir silah sanayiinin oluşmasıdır. Üçüncü bakımdan devletin silah bakımından güçlendirilerek ülkede çıkacak bir iç savaş, gerilla savaşına karşı daha güçlü halde olmasını sağlamaktır. Dördüncü bakımdan milliyetçi dürtüleri kuvvetlendirerek komşu ülkelerin karşısında silah üstünlüğüne sahip duruma getirilme ve böylece komşu ülkeleri de emperyalist silah tekelleri ile ilişkiye girmek zorunda bırakma. Onların da tekrar ve tekrar silahlanmasını sağlamak.           * Komprador burjuvazinin sadece yurt dışı ile ticaret yapan bir dış ticaret burjuvazisi olmaktan süreç içinde özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası çıkarıldığı doğrudur. Ve bu savaş sonucu gerek diğer emperyalistlerin gerekse sömürgelerin yeniden yapılandırılmaya başlandığı da gerçektir. Yeni-sömürgecilik bu dönemin kavramıdır. İkinci dereceden emperyalistler yine bu dönemin kavramıdır. Askeri işbirliği ve hegemonya örgütü NATO yine bu dönemin örgütüdür. Bu dönem dünya kapitalizminin ve işbirlikçilerinin çok yönlü olarak yeniden yapılandırıldığı azgın bir anti-komünizm dönemidir. Tekrar parantez başına dönersek komprador burjuvazinin işbirlikçi tekelci burjuvazi haline getirildiği meselesi, içerik olarak bu olgu doğrudur. Ancak kavramsallaştırma yanlıştır. Üstelik kendi içinde çelişkilidir. Çünkü bir Üçüncü Dünya ülkesinde, hem işbirlikçi hem de tekelci olunamaz. Zaten tekelci burjuvazi demek serbest rekabetçi dönemi aşarak tekelci özellik kazanmış bir burjuvazi demektir. O nedenle tekelci burjuvazi yaratılamaz. Dıştan hiç yaratılamaz. İşbirlikçi burjuvazi, yani komprador burjuvazinin yatırım da yapabilen hale gelmesi veya getirilmesi ona esasta yeni bir, yeni ve farklı bir karakter vermez, sadece, ek bir karakter verir. Ek karakter onun işbirliği yaparak yatırım (sanayi yatırımı) yapan duruma gelerek işbirlikçi, yatırımcı karakteridir. Dolayısıyla bu durumu yeni-komprador burjuvazi kavramıyla ifade etmek, tanımlamak daha anlamlı, daha mantıklıdır. Bu nedenle bugün egemen durumdaki TÜSİAD şemsiyesi altında toplanan burjuvazi yeni-komprador burjuvazidir.
                        **    **    **
       Sarsılan Güven
          1871-1975
    (Akıl, Duygu ve Toplum) -10-

 
"Kapitalist Ülkeler Arasında
Savaşların Kaçınılmazlığı Üzerine"

      Zaman zaman sol içinde beliren bir görüşe göre emperyalist ülkeler arasında bir savaş kaçınılmaz değildir. Hatta bazı gerekçeler nedeniyle emperyalistler arası savaşlar kaçınılmaz olmaktan çıkmıştır. Onlar böyle düşünüyordu, ancak Sovyet modern revizyonizmi çökmeseydi, üçüncü dünya savaşı yaşanacaktı. Savaş devrimlere yol açacaktı, bunun yanı sıra yeni bir dünya da kurulmuş olacaktı. Bu tahlili daha ileri götürebiliriz fakat konumuz bu değil. Bazı arkadaşlarda Mahir Çayan'ın bu tahlillerini eleştiriyor olmam kırgınlık yaratıyor. Bence büyük olan, üstün olan ne Mahir Çayan ne bir başka devrimci ne de bir devrimci ustadır. Büyük olan, üstün olan "gerçeklerdir" ve bu gerçeklerin görülerek "pratik oluşturulması"dır.
     Aksi halde felsefi anlamda diyalektik ve tarihi materyalist düşünüşe sahip olduğumuzu hangi hakla iddia edebiliriz. Daha birçok bakımdan Mahir Çayan'ın fikirlerini ele alıp ne derece gerçekçi ve pratik tarafından doğrulanıp doğrulanmadığını inceleyebiliriz ama buna hiç gerek yok. Nedenine gelince Mahir Çayan çizgisinde gerçekleşen bir tek devrim görülmemiştir. Küba devrimi de tam anlamıyla o anlamda bir devrim değildir ve bir istisna olmaktan öteye gidememiştir. Mahir Çayan'ın modern proletaryanın değil orta proletaryanın siyasal temsilcisi bir devrimci olduğunu "Tarihsel Saptamalar"da belirtmiştik. O bir devrimci Türk'tü aynı Deniz Gezmiş gibi hatta teorik olarak ondan çok daha ilerideydi. Fakat her ikisi de proleter devrimci Türk değildi. Her ikisi de devrimci Türk önderlerdi ancak İbrahim Kaypakkaya gibi proleter devrimci Türk önder değillerdi. Kaypakkaya'yı haklı çıkaran onun savunduğu Uzun Süreli Savaş Stratejisi yoluyla devrimlerin gerçekleştiği olmuştur. Bu Maoist devrim yoludur. Bu yolu izlemeyeni daha baştan proleter devrimci olarak kabul etmenin imkanı yoktur.      Dünya, toplumlar, siyasal durumlar, bilimler ve saymaktan yorulacağımız birçok şey değişime uğramaktadır, aynı kalmamaktadır. Ancak bizim şunu iyi bilmemiz gerekmektedir; hangi siyasal gerçekler hangi durumlarda değişmekte, hangi durumlar veya somut gerçeklikler kendini sürdürdükçe o alanda, o konuda değişim olmamaktadır. Emperyalist savaşlar konusunda, bu hususlarda hala geçerli olan ve emperyalizmin ve kapitalizmin varlığı sürdükçe geçerli olacak olan tezlerden birini Stalin'den öğrenelim. Stalin bu konuda şunları söylemektedir:       "Bazı yoldaşlar, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yeni uluslararası koşullar karşısında kapitalist ülkeler arasındaki savaşların artık kaçınılmaz bir şey olmadığını öne sürüyorlar. Bunlara göre, sosyalist cephe ile kapitalist cephe arasındaki çelişkiler,  kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişkilerden daha şiddetlidir;  Amerika Birleşik Devletleri, öteki kapitalist ülkelerin birbiriyle savaşıp karşılıklı olarak zayıflamalarını önleyecek ölçüde bu ülkeleri kendi buyruğu altına almıştır; kapitalizmin önde gelen kişileri,  kapitalist dünyanın tümüne ciddi bir zarar veren iki dünya savaşının deneyiminden, kapitalist ülkelerin, aralarında yeniden bir savaşın doğmasına doğru sürüklenmelerine izin vermeyecek kadar ders almışlardır; bu yüzden de kapitalist ülkeler arasındaki savaşlar artık kaçınılmaz değildir.

      "Bu yoldaşlar yanılıyorlar. Bunlar, yüzeyde oluşan dış olguları görüyorlar, ama şimdilik görünmez biçimde etkide bulunmakla birlikte, olayların gidişini saptayacak kadar derindeki güçleri görmüyorlar.

     "Görünürde, 'sükunet' her yerde egemendir. Amerika Birleşik Devletleri, Batı Avrupa'yı, Japonya'yı ve öteki kapitalist ülkeleri kıt kanaat geçinecek duruma düşürmüştür; [Federal] Almanya, Büyük Britanya, Fransa, İtalya, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri'nin pençesine düşmüş, onun buyruğunu kesin olarak yerine getirmektedirler. Ancak, bu 'sükunet'in 'sonsuza dek' sürebileceğini; bu ülkelerin sınırsızca Amerika Birleşik Devletleri'nin egemenliğine ve boyunduruğuna katlanacaklarını; Amerikan boyunduruğundan kopup bağımsızlık yoluna girmeye uğraşmayacaklarını sanmak yanlıştır.

     "Önce İngiltere ile Fransa'yı göz önüne getirelim. Kuşkusuz bunlar emperyalist ülkelerdir. Kuşkusuz bunlar için ucuz hammaddelerin ve güvenilir pazarların son derece büyük bir önemi vardır. Amerika'nın 'Marshall Planı' adı altında bir 'yardım'a dayanarak Büyük Britanya'nın ve Fransa'nın ekonomik yapısına yerleşmesine ve bunları Amerikan ekonomisinin bir uzantısı haline getirmek istemesine, Amerikan sermayesi, İngiliz-Fransız sömürgelerindeki hammaddeleri ve pazarları eline geçirip İngiliz-Fransız kapitalistlerinin yüksek karları için bir felaket hazırlamasına, yani şimdiki duruma, sonsuza dek katlanacakları düşünülebilir mi? Kapitalist İngiltere'nin ve onun ardından kapitalist Fransa'nın, eninde sonunda, kendilerine bağımsız bir durum ve kuşkusuz yüksek karlar sağlamak için Amerika Birleşik Devletleri'nin kıskacından kendilerini kurtarmak ve onunla çatışmaya girmek zorunda olacağını söylemek daha doğru olmaz mı?

      "Yenilmiş olan başlıca ülkelere, [Federal] Almanya'ya, Japonya'ya gelelim. Bu ülkeler, bugün, Amerikan emperyalizminin çizmesinin altında acınacak bir yaşam sürüyorlar. Onların sanayileri, tarımları, ticaretleri, dış ve iç politikaları, bütün varlıkları, Amerikan işgal 'rejimi' tarafından zincire vurulmuştur. Oysa daha dün, bunlar, Büyük Britanya'nın, Amerika Birleşik Devletleri'nin, Fransa'nın Avrupa ve Asya'daki temellerini sarsan büyük emperyalist devletlerdi. Bu ülkelerin başkaldırmayacaklarını, Amerika Birleşik Devletleri'nin 'rejimi'ni kırmak ve bağımsızlık yolunu tutmak için savaşım vermeyeceklerini sanmak, mucizelere inanmak demektir.

      "Diyorlar ki, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkiler, kapitalist ülkelerin [birbirleri] arasındaki çelişkilerden daha güçlüdür. Kuşkusuz teorik olarak bu doğrudur. Bu, yalnızca bugün doğru değildir, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce de doğru idi. Kapitalist ülkelerin yöneticileri bunu az çok anlamaktaydılar. Oysa İkinci Dünya Savaşı, SSBC'ne karşı savaşla başlamadı da, kapitalistler arsında bir savaş olarak başladı. Neden? Çünkü ilkönce, kapitalizm için, sosyalizmin ülkesi SSCB'ne karşı savaş, kapitalist ülkelerin arasındaki bir savaştan daha tehlikelidir. Çünkü eğer kapitalist ülkeler arasındaki bir savaş yalnızca bu kapitalist ülkelerin, şu kapitalist ülkeler üzerindeki üstünlüğü sorununu doğurmakta ise, SSCB'ne karşı bir savaş, ister istemez, bizzat kapitalizmin varlığı sorununu ortaya koyar. Çünkü ikinci olarak, kapitalistler 'propaganda' amacıyla Sovyetler Birliği'nin saldırganlığı hakkında gürültü koparmakla birlikte, buna kendileri inanmamaktadırlar. Sovyetler Birliği'nin barış politikasını hesaba katmaktadırlar ve SSBC'nin kapitalist ülkelere kendiliğinden saldırmayacağını bilmektedirler.

      "Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda da Almanya'nın kesin olarak savaş-dışı edildiği sanılmaktaydı, bazı yoldaşlara göre bugün de Almanya'nın ve Japonya'nın savaş-dışı edildikleri sanıldığı gibi. O zamanlar da, Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupa'yı kıt kanaat geçinecek duruma düşürdüğü; artık, Almanya'nın doğrulamayacağı; kapitalist ülkeler arasında savaş olmaması gerektiği söyleniyor ve bu, Amerikan basınında haykırılıyordu. Ancak, buna karşın, Almanya yenilgisinden on beş-yirmi yıl sonra büyük bir devlet olarak dirildi, esaretten kurtuldu ve bağımsızlık yoluna girdi. Bunun karakteristik yönü şudur ki, Almanya ekonomik yönden kalkınmasına, ekonomik ve askeri potansiyelini yeniden kurmasına yardım edenler, Büyük Britanya ile Amerika Birleşik Devletleri'nin kendileri olmuştur. Kuşku yoktur ki, Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya, Almanya'nın ekonomik yönden kalkınmasına, ekonomik ve askeri potansiyelini yeniden kurmasına yardım edenler, Büyük Britanya ile Amerika Birleşik Devletleri'nin kendileri olmuştur. Kuşku yoktur ki, Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya, Almanya'nın ekonomik yönden kalkınmasına yardım ederken, onu, kalkındığı zaman, Sovyetler Birliği'ne karşı yöneltmek, sosyalizmin yurduna karşı kullanmak niyetinde idiler. Oysa Almanya, kuvvetlerini, önce, İngiliz-Fransız-Amerikan Blok'una karşı yöneltmiştir. Ve Hitler Almanya’sı Sovyetler Birliği'ne karşı savaşa giriştiğinde İngiliz-Fransız-Amerikan bloğu, Hitler Almanya’sı ile saf tutmaktansa, tersine, Hitler Almanya'sına karşı, SSCB ile güç birliği yapmak zorunda kaldı.

      "Sonuç olarak, kapitalist ülkelerin pazarlar ele geçirmek için savaşımları ve rakiplerini bastırma istekleri, pratikte kapitalizm cephesi ile sosyalizm cephesi arasındaki çelişkiden daha güçlü çıktı.

      "Akla şu gelmektedir: Almanya'nın ve Japonya'nın kalkınmayacaklarının ve özel ve bağımsız bir yaşama girmeleri için Amerikan boyunduruğundan kopmaya uğraşmayacaklarının güvencesi nedir? Bana göre böyle bir güvence yoktur.

      "Demek ki, kapitalist ülkeler arasında savaşların kaçınılmazlığı tam olarak mevcut kalmaktadır.

      "Diyorlar ki, Lenin'in kapitalizmin kaçınılmaz olarak savaşları doğurduğu tezi eskimiş bir tez sayılmalıdır, çünkü artık yeni bir dünya savaşına karşı barışı savunan güçlü halk güçleri oluşmuştur. Bu, yanlıştır.

     "Bugünkü barış hareketinin amacı, halk yığınlarını barışı korumak için savaşıma sürüklemek ve böylece yeni bir dünya savaşını önlemektir. Bu yüzden, bu hareketin amacı, kapitalizmi devirmek ve sosyalizmi kurmak değildir- o, barışı sürdürmek için demokratik savaşım amaçlarıyla yetinmektedir. Bu bakımdan, bugünkü barışın korunması uğruna hareket, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmeyi hedef tutan ve daha ileri giderek sosyalist amaçlar güden hareketten farklıdır.

      "Olabilir ki, koşulların yardımı ile barış için savaş, orada ve burada sosyalizm için savaşıma doğru gelişsin, ancak o zaman bu,  bugünkü barış uğruna hareket olmayacaktır, ama kapitalizmi devirmek için bir hareket olacaktır.

     "En olası olanı, bugünkü barış uğruna hareketin, barışın sürdürülmesi için bir hareket olarak başarı kazandığı takdirde belirli bir savaşı önlemeye katkıda bulunması, onu bir süre için ertelemesi, bir süre için belirli bir barışı sürdürmesi, savaşçı bir hükümeti istifa ettirmesi ve onun yerine barışı geçici olarak sürdürmek eğiliminde olan bir hükümetin geçmesini sağlamasıdır. Kuşkusuz, bu iyi bir şeydir. Hatta çok iyidir. Ancak kapitalist ülkeler arasında genel olarak savaşların kaçınılmazlığını yok etmek için yeterli değildir. Yeterli değildir, çünkü barış hareketinin bütün başarılarına karşın,  emperyalizm ayakta kalmaktadır, yürürlükte kalmaktadır. Bunun sonucu olarak da, savaşların kaçınılmazlığı, olduğu gibi süregelmektedir.

      "Savaşların kaçınılmazlığını yok etmek için, emperyalizmi yıkmak gerekir." (
J.Stalin, Son Yazılar 1950 -1953, s.90,91,92,93,94,95, Sol Yayınları, Dördüncü Baskı, Nisan 1990 )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder